Quantcast
Channel: Anne Kaleminden
Viewing all 432 articles
Browse latest View live

Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü -AST

$
0
0
Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü-Ankara Sanat Tiyatrosu - 2 Perde - 1 Saat 40 Dakika
Yazan: Dario Fo - Çeviren: Füsun Demirel - Yönetmen: Hakan Güven
Nobel edebiyat ödüllü Dario Fo tarafından yazılan oyun, 1969'da Milano’da geçer. Duomo Meydanı yakınlarında bir bomba patlar ve 16 kişi yaşamını yitirir. Polis ve iktidar yanlısı bir kısım medya olayı “solcu anarşistlerin” eylemi olarak göstermek ister. Polis patlamadan anarşistleri sorumlu tutar ve Giuseppe Pinelli'yi gözaltına alır. Sorgudaki 3. günün sonunda Pinelli, sabah polis merkezi binasının önündeki kaldırımlar üzerinde ölü bulunur. Polis, sorgu sırasında anarşistin binanın beşinci katından “kaza sonucu” düştüğünü söyler. Bu sırada aynı binaya “akıllı bir deli” sorgulanmak üzere getirilmiştir… İşte emniyetteki olaylar böylece başlar. 
Oyunlarında her zaman yaşanmış olayları anlatan “tiyatro karikatürcüsü” Dario Fo, yine yaşanan bir olayı oyunlaştırırken; dramatik sorgu sahnelerinden, kara bir komedi yaratıyor.
Oynayanlar: Bülent Yıldıran-Mehmet Ulusoy-Nusret Çetinel--Aliye Bejan Çakmaklı
Dario Fo (d. 24 Mart 1926 Sangiano, - ö. 13 Ekim 2016, Milano), İtalyan oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve oyuncu. 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Oyunlarındaki temalar güncel sorunlara dayandığı için tiyatro karikatürcüsü, toplumsal ajitatör ve radikal palyaço olarak da nitelendirilen Fo, kariyerine küçük kabare ve tiyatrolar için yergili revüler yazan bir metin yazarına yardım ederek başlamıştır. Oyuncu Franca Rame ile evlendikten sonra, 1959'da Rame ile birlikte Dario Fo - France Rame Topluluğu'nu kurmuştur. İkili "Canzonissima" adlı televizyon programında sundukları komik skeçlerle kısa sürede tanınmış, zamanla siyasal bir ajit-prop tiyatrosu geliştirmişlerdir. İkilinin oyunları temelde "Commedia dell'Arte" geleneğine dayanmaktadır ve tarzları Fo'nun deyişiyle "resmi olmayan solculuk"la kaynaşmıştı. İkili daha sonra, 1968'de İtalyan Komünist Partisi'yle bağları olan Yeni Sahne adlı bir başka topluluk kurmuştur. 1970'te ise Halk Tiyatrosu Topluluğu ile fabrika, park, spor alanı gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerleri dolaşmaya başlamışlardır. Morte Accidentale di un Anarchico (1974; Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, 1990) ve Non si paga, non si paga! (1974; Ödemiyoruz, Ödeyemeyeceğiz!) gibi oyunları çok tutulmuştur.
AST' nin bu sezon oyunu olan 'Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü', Türkiye’de ilk kez 2003 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahneye konulmuş ve sekiz sene sahnede kalmış. 2012 yılında ise İlham Yazar rejisi ile Eskişehir Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenmiş. Farklı pek çok topluluk tarafından da yorumlanan bu oyunu ben de AST' ndan izleme şansı buldum.
İzmir Caddesi' nden Ihlamur Sokak tarafına ilerlerseniz hemen sağda bulunan 1963 yılından bu yana perdelerini açmaya devam eden ve en eski özel tiyatrolarımızdan biri olan Ankara Sanat Tiyatrosu' nu görebilirsiniz. İçeri girip merdivenleri indiğinizde ise güzel kafesi ile sizleri bekleyen sıcacık atmosferli bir ortama ulaşırsınız. Burada kitabınızı okuyarak bir şeyler içebilir ya da yiyebilirsiniz. Ben genellikle AST oyunlarına biraz erken gelip kafeterya kısmında zaman geçirmeyi seviyorum.   
Metinde suçluluğu kesin olmayan Pinelli' nin sorgu sırasındaki ölümü ile ilgili dosya kapanmak üzereyken, kılıktan kılığa giren bir delinin, emniyete sorgulanmak üzere gelip, bir şekilde kendisini dosyayı sorgulamak üzere gönderilen bir yargıç olarak tanıtması ile olaylar başlar. Ve deli yargıç tarafından sorgulanan polislerin ifadeleri 'kaza sonucu ölüm' den cinayete uzanan bir yolda ilerler. Metnin gerçek bir olaydan yola çıkarak yazılmış olması ise beni hiç şaşırtmadı doğrusu. Politik güldürülerde çok önemli olan, siyasi mesaj ve komedi unsurları arasındaki o ince denge öylesine ustaca yakalanmış ki Dario Fo' ya hayran kalmamak olanaksız. Tabi reji de boş durmamış ve güncel gündem göndermelerini metne üslubunca yedirmiş.
Artık AST dediğimizde aklımıza gelen usta oyuncular birbirlerine o kadar alışmışlar ki bu oyunda da bunu net olarak gözlemleyebiliyoruz. Tabi genç oyuncuları da ekibe dahil etmek gerekiyor. Kesinlikle çok başarılı oyunculuklar izlediğimizi Bülent Yıldıran'ın 'deli' rolünün üstesinden fazlasıyla gelebildiğini, Mehmet Ulusoy ve Nusret Çetinel' in performanslarının başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Çağlar Deniz de komiser rolü ile oldukça inandırıcıydı. 
Kostümlerde seçilen siyah renkteki giysilerin kir pas içinde oluşu ile anlatılmak istenenin zihinlerde oluştuğunu düşünüyorum. Dekor, ışık ve müzik için de genel anlamda sorun göremediğimi ekleyerek AST' yi bu yeni oyunları için tebrik ediyorum. İyi ki varlar, hep olsunlar...

Yalnızlığım

$
0
0
Ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklarız, her yeni günü ümitle nasıl kucaklıyoruz.. Birimizin hepimiz, hepimizin birimiz için olduğu; her nasihate bitse de gitsek, her kıza baksa da sevsek, kıl olduklarımıza değse de dövsek dediğimiz; Ne karnımızın ne ruhumuzun doyduğu yıllar. Kanımızın deli aktığı, gidilmeyecek yol, girilmeyecek kavganın olmadığı, hani şu dünyayı cesaret ve delikanlılık filtresi ile gördüğümüz zamanlar. Ankara ayazında tek ceketle kışı bitirdiğimiz, cebimizin para, boynumuzun kravat görmediği, otobüse atacak bilet bulamayıp, Altındağ' dan Tandoğan' a yürüdüğümüz, bir simidi üçe bölüp, büyük parçayı dosta verdiğimiz zamanlar.
Okula servisle gelenler, kantinden sosisli yiyenler, kulaklarında walkman, ayaklarında bot, sırtlarında kaban olanlarla ayrı dünyaların öğrencileriyiz. Onlara bulaşmıyoruz, teğet geçiyoruz hayatlarından. Bizler ötekileriz, sınıfta en arkada, sınavda en sonda, her olayda ilk şüpheli, velisi olmayan ve müsamerelerde hayalet olanlarız: Özgür, Suat ve ben. İnadına mutluyuz. Hiç ayrılmayacağımıza, birbirimizi hiç satmayacağımıza, birlikte yaşlanacağımıza dair sözler veriyoruz, antlar içiyoruz, kan kardeşi oluyoruz. Küçük yaşımızda hayata, önümüze koyduğu tüm zorluklarla alay ederek meydan okuyoruz. Kar yağsın istiyoruz, hep yağmur yağsın, gök gürlesin, göller buz tutsun, üşümeyiz biz birlikteyken. En sevdiğimiz şey hayaller kurmak. Kurduğumuz düşlerle çarpıyor yüreğimiz. Piyango bize çıksın, başka ülkelere gidelim, okula helikopterle inelim... Okuduğumuz bir yazıyı motto yapıyoruz: 'Varlık yokluktur, yokluk da varlık. Ne kadar az şeye sahipsen o kadar özgürsün.' Soğuk bir gerçekliğin içinde sıcacık hayallerimizle birbirimizin umut taciri olmayı seviyoruz.
Zaman geçiyor, ilk yamuğu ben yapıyorum. Ötekilerden birine, dönem ortasında sınıfa gelen İpek' e aşık oluyorum. Ama ne aşk... Başlarda eğlenceli bir farklılık olarak gördüğüm ve yandıkça körüklediğim bu ateş, bir süre sonra istilacı bir devlet gibi içime yerleşiyor. Direnmiyorum, varlığımı varlığına armağan ediyorum. Ona bağlı bir sömürgeyim artık, tüm özerkliğimi yitiriyorum. Hoca, iki nokta arasındaki en kısa yol diyor, İpek'le aramızdaki mesafeyi düşünüyorum. Koordinat sistemimin merkezinde O var. Serbest düşüş yapan cisimler, aşk acısıyla kendimi boşluğa bırakma isteği uyandırıyor. Demografik örneklemler İpek' ten ibaret. Sınıfta en hızlı ben tepkimeye giriyorum çünkü damarlarımda kan yerine yakıcı başka bir sıvı dolaşıyor. Tüm iç acılarımın toplamı İpek ediyor, içim çok acıyor çünkü.
Rüyalarımda İpek var. Yüksek bir tepede yan yana oturmuş denizi izliyoruz, uyanıyorum. Karda el ele yürüyoruz, ardımızda izler bırakarak, uyanıyorum. Yağmurdan gülüşerek kaçıp bir saçağın altına saklanıyoruz, uyanıyorum. Sonbahar yapraklarını konfeti gibi üzerine yağdırıyoruz, uyanıyorum. Düşlerimi, hislerimi kimselere söyleyemiyorum.
Bir gün okul genelindeki sınav için öğretmen yer değişikliği yapıyor. İpek' le yan yana düşüyoruz. Kendimi batan bir balıkçı teknesinde kovanın içinde bekleyen canlı lüferler kadar şanslı hissediyorum. Evrende kapladığımız alanın uzay zaman düzlemindeki yakınlığı beni sarhoş ediyor, başımı döndürüyor. Tüm sınav boyunca çaktırmadan etrafa saçtığı koku moleküllerini yakalamaya çalışıyorum. İlkbahar gibi kokuyor.
Bana hem çok yakın hem de gökyüzündeki yıldızlar kadar uzak ve erişilmez olan ve mutluluktan çok acı veren bu şeyle artık baş edemiyorum. Anlatacağım, anlatmazsam çıldıracağım. Özgür ve Suat' a anlatabilirim ama beni anlayamazlar gibi geliyor, onlar da en az İpek kadar uzak görünüyorlar o an. Aslında farkındalar bir şeylerin ters gittiğinden ama sorduklarında her şeyi bir refleks gibi inkar ediyorum. Umursamazca omzumu silkiyorum, hafif yandan dudağımı büküp gülüyorum, saçmalamayın olum diyorum, ne derdim olacak, inanıp inanmadıklarına emin olamıyorum. Bir derdim olduğunu düşünüyorlar.
Bir gün İpek okula gelmiyor. Ara sıra olur bu, çok zor geçer o gün, hatta bir keresinde iki gün gelmemişti, dünyanın güneşin çevresinde belki defalarca kez döndüğünü düşünmüştüm. Ertesi gün de gelmiyor, üç gün, dört gün.. O hafta hiç gelmiyor İpek. Yoklamalarda 'yok' diyorlar ona. Kahroluyorum. Oysa ben onu görebilmek için kırk derece ateşle bile geliyorum okula. O hafta sonu geçmiyor, geçmek bilmiyor. Pazartesi İstiklal Marşı' nda yine yok, sınıfta da yok. Hayal kırıklığım tarif edilemez ölçüde...
Sınıfa giremiyorum, bakıyorum sırası boş, kapıdan hızla geri dönüyorum, çıkıyorum okuldan, ne yapacağımı bilmeden. Suat ve Özgür peşimdeler. İpek diyorum, İpek yok, İpek niye gelmemiş?
Biliyorlar... İpek' in babasının çok borcu varmış, kendini asmış, annesi de üç çocuğunu alıp, köyüne Fatsa' ya dönmüş. Koskocaman bir meteor dünyaya çarpsın ve insanlığa dair ne varsa sonsuza dek evrenden silinsin istiyorum. İpek yoksa hiçbir şey olmasın. Sorarım size, hayatınızda kaç kez nabzınızı bulamadınız? Yokluğuyla birlikte her şeyimi kaybediyorum. Nabzım da dahil...
Melankolinin dibini boyluyorum sonraki günlerde... Biliyorum, hatıraları eksildikçe içimde, gökyüzü de azalacak onunla birlikte. Yıldız kaysın da İpek' i dileyeyim diye bakmayacağım artık geceleri yukarılara eskisi gibi. Aynı günü bin kez düşünüp, burçları okumayacağım bir daha. Bir uçak geçerken nereye gidiyor diye düşünmeyeceğim, sonbahar yapraklarına hüzünlenip, yazın denize, kışın yağan kara hayran kalmayacağım. Şarkılar onu söylemeyecek biliyorum. Hayallerim susacak, umutlu cümlelerim bitecek, ışıltılı tutkulu gözlerim sönecek. Dolunayı, ilk cemreyi umursamayacağım. Ellerimi bir türlü ısıtamayacağım. Yalnızlığım büyüyecek büyüyecek, Özgür ve Suat bile yabancı gelecek, hangi kalabalığa girsem yapayalnız hissedeceğim...

Not:Öykü kurgusal olup, görseller Wolfgang Lettl' e aittir.

AIDA-DOB

$
0
0
AİDA-DOB- 180 dakika
Dört perdelik operadır.
Metin: Antonio Ghizlanzoni.
Bestecisi: Giuseppe Verdi
İlk oynanış: 1871 Kahire.
Türkiye’de ilk oynanış: 1958 Ankara.

Başlıca kişiler:
Radames (Tenor), Amneris (Mezzosoprano), Aida (Soprano), Mısır Firavunu (Bas), Amonasro (Bariton).

“Aida”, 19. yüzyılın en önemli opera bestecisi sayılan Giuseppe Verdi tarafından bestelenmiş 4 perdelik bir operadır. İtalyanca librettoyu (opera, operet, oratoryo, bale, müzikal gibi müziksel sahne eserlerinin yazılı metinlerine verilen ad), yine aynı dönemde yaşamış Fransız eski Mısır uzmanı Augusto Mariette tarafından yazılmış bir senaryodan uyarlayarak, Verdi için, İtalyan şair ve yazar Antonio Ghislanzoni yazmıştır.

En azından yılda bir kez opera izlemeyi önemsiyorum. DOB Ankara' nın muhteşem orkestrası ile kulaklarımızın pası silinsin, ruhumuz dinlensin, sanat ile terapi olalım istiyorum. Görsel, duyusal ve zihinsel doyumun en optimum karışımı, sahne sanatlarının zirve yaptığı iyi bir operadır diye düşünüyorum. 
Ankara Opera Sahnesi, Büyük Tiyatro (1933 ile 1948 arası Sergi Sarayı veya Sergi Evi), Ankara'da 1933' te sergi sarayı olarak inşa edilen binanın, 1948'de opera binası haline dönüştürülmesi ile ortaya çıkan ve içinde bulunduğu semte adını veren yapıdır. Tarih Kültür Bakanlığı binasının karşısındaki yapı, günümüzde Ankara'daki tek opera salonudur.
Aida Operası, yüz seksen dakika ve dört perdelik süresi ile, verilen aralar ile 23:15 de bittiğini söyleyebilirim, izlenmesi çok da kolay olmayan bir eser. Dans ve bale figürlerinin daha önce izlemiş olduğum diğer gösterilerden daha az yer bulmasının da bunda etkisi olduğunu düşünüyorum.
Eser İtalyanca olarak sahneleniyor ancak sahnenin üst kısmında metin çevirisi Türkçe olarak yayınlanıyordu. Bu da olayları takip edebilmek adına izleyiciye büyük kolaylık sağlıyordu. Orkestra şefi Can Okan ve sanatçı performansları etkileyiciydi. 
Aida'nın konusu, eski Mısır’da Firavunlar çağında Teb ve Menfis kentlerinde geçer. Mısır Firavunu (bas) Habeşistan ile savaş halindedir. Mısır ordusunun genç kumandanı Ramades (tenor), Habeş kralının kızı genç ve güzel Aida’ya (soprano) âşıktır, ancak onun kimliğini bilmemektedir. Habeş kralı Amanasro (bariton) Teb kentine saldırınca Ramades komutasındaki Mısır ordusu karşı koymaya hazırlanır. Üzüntü içinde olan Aida gibi firavunun kızı Amneris de (mezzo soprano) Ramades’e âşıktır ve ona zaferle dönmesi çağrısında bulunur.
Zafer Korosu' nda (operanın 2. perdesi 2. sahnesinde), Teb kentinin surları dışındaki büyük yolda Firavun, kızı Amneris ve yanındaki esir Aida, saraylılar ve diğer esirler toplanır. Zafer kazanmış olan Mısır ordusu halk tarafından büyük coşkuyla zafer marşıyla karşılanırken Tanrı İsis, Mısır ve Firavun övülür: “Mısır’a ve onu koruyan İsis’e zafer”. Bu zafer sahnesi için Verdi, normal orkestra trompetinden daha uzun bir trompet kullanmış ve bu çalgıya “Aida trompetié” adı verilmiştir. Partisyonda ise toplamda altı trompet yer alır.
2. perdenin 2. sahnesindeki görkemli zafer bölümünden sonra ise bir bale sahnesi yer alır. Son olarak doğu tarzı müzikle kızların çekici dansı izlenir, daha sonra zafer marşı tekrarlanarak en son olarak sahneye zafer kazanmış kumandan Ramades girer. Radames başarısının karşılığı olarak tutsakların bağışlanmasını ister. Firavun bu isteği kabul eder ve kızı Amneris ile evleneceğini de ekler. Radames asıl sevdiği Aida ile Nil kıyısında buluşacaktır. Amonasro kızının gizli aşkını öğrenmiştir, kendi yararına kullanmak niyetindedir. Aida Radames’e kaçmayı önerir, hangi yoldan gidebileceklerini sorar, komutan askeri bir sır olan geçidin adını söyler. Amonasro kendisi için gerekli olan bu adı duymuş, fakat tapınaktan dönen Amneris ve başrahip de olayı görmüşlerdir. Ramades kılıcını başrahibe teslim eder. Mahkeme, komutanı vatana ihanetle suçlamaktadır. Amneris sevdiği adamı kurtarmak için evlenme şartını tekrarlar, Radames kabul etmez, diri diri gömülmeye mahkum olur. Genç komutan yer altındaki mezarında sevdiğini düşünürken onu birden karşısında görür. Aida kaçmamış, onunla birlikte ölmek istemiştir.
Operaya ilgi duyanlar için eşsiz bir deneyim olacağını söyleyebilirim.

Tek Başına

$
0
0
Bir şişe şarap seçti kendine, kadehine doluşunu izledi. Kırmızı, koyu, akışkan, hoş kokulu, baştan çıkarıcıydı. Minik bir kaç damla ile tattı, çok beğendi. Bir yudum içti, bir yudum düşündü. Kendini dışarıya kapattığından beri içeriye açılmayı alışkanlık edinmişti. İçerilerine, en derinlerine, zihninin ve benliğinin dehlizlerine... İçerisi dışarıdan çok daha büyük ve kalabalıktı... Tanıdığı insanlar, hataları, yetenekleri, beklentileri, anıları, komik ve çok üzücü anları, olduğu yer, varmak istediği yer, sevdikleri ve çok daha fazlasıyla bir dipsiz kuyuydu içerisi. Hayatım dediği şey, tek yöne alınmış bir bilet değil miydi zaten. Tek yön gidiş; üç molalık bir yolculuk, yazmaya başladı:
''İlk molaya kadar kendini bilme, var olma çabası. Ayaklarının üzerinde doğrulup ileriye baktığında nasıl da uçsuz bucaksız, heyecan verici bir serüvendir görünen. Konuştuğun her yolcu, attığın her adım seni yeni bambaşka dünyalara götürür. İkici molaya geldiğinde bu kez hem bıraktıklarına hem ileriye bakarsın. Değer verdiklerin, önemsediklerin ve seni sen yapan her şeye. Ne istediğini çok iyi bilirsin, seni nelerin mutlu edebileceğini, bir zirvededir ikinci mola, görüşün keskin, deneyimlerin yüksektir. Yolculuğun amacının bir yere varmak olmadığını anlamış, biraz keyfini çıkarmaya başlamışsındır. Üçüncü ve son molada hala bakabileceğin bir geçmişin ve geleceğin vardır. Eğer hoşnut değilsen gördüklerinden hala bir şeyleri değiştirebilirsin. Birikimlerin ve deneyimlerinle, hala var olan enerjin ve yapabileceklerinle oradasındır. Delilik ve bilgelik arasında zerre tereddüt etmeden cümle alemi şaşırtacak tercihler yapabilirsin. İkincisinden daha yüksek bir zirvedir son mola. Artık gözlerini kısarak baktığında yolun sonunu kestirebiliyorsundur. Belki de yolculuk bitmiş sen yol olmuşsundur. '' diyerek noktaladı, defterine yazdıklarını...
Kadehi boşalırken, zihni yoğun bir şekilde çalışıyor, düşüncelerin sonsuzluğunda dolaşıyordu. Hayatın bir yolculuk ya da bir yol olduğunu düşünürken, ''Kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz. Yol insanı başkalaştırır.'' diye fısıldadı. O kaçıncı moladaydı ve ne kadar değişmişti bu yolculukta geldiği noktada. Ne zamandır kitap satırlarının altını çizmeyi bırakmış, kalbini delice çarptıran düşler kurmayalı çok olmuştu. Düşüncelerini inançla söyleyip, inatla savunmuyordu artık sohbetlerde. Oltanın ucunda ona uzatılan her renkli parıltılı yeme 'mutluluk' diye kolayca yüreğini açamıyordu. Heyecanını ve coşkusunu yitirmişti. Gelecek ve geçmiş, gerçeklikten uzak birer illüzyon gibiydi şimdi. Gelecek ne getirecek kestiremiyor, geçmişin izlerini ise silemiyordu. Hayattan bir dizi ders almış, aldığı tüm derslerden sınıfta kalmıştı sanki... 

Yıkıcı deneyimlerden, fırtınalı duygulardan, sarsıcı terk edilişlerden gelmişti. Yanlış kişilere güvenmiş, yalnızlık vadilerinde gezinmiş, yine de akıllanmamıştı. İnsanların egolarına toslamış, bir ilişkiyi sığ zaferlere dönüştürmeden yaşamayı becerebilenlere denk gelmemişti. Değmezlere değer vermiş, olmazları kendine musallat etmiş, imkansızlara umut bağlamıştı. Çaresizlik içinde çırpınan yüreğine söz geçirememiş, kapana kısılmış bir kuş gibi gidip gidip pencere pervazlarına çarpan aklına yol gösterememişti. Görebildiği her ışığı çıkış noktası sanmayı bırakıp, kendini korumayı öğrenmesi çok zaman almış, kolay olmamıştı. Bu uğurda kanatları yaralanmış, pek çok fiyakalı tüyünü feda etmiş ama sonunda yalnız uçmayı başarmıştı. 


Evet, değişmişti. Heyecan ve coşku yerine dinginlik ve dengeyi tercih etmişti. Yaşantısına girmeye çalışan insanlara sıkı denetimler getirmiş, işinden arta kalan zamanının çoğunu sevdiği şeyleri yaparak kendisi ile geçirmeye başlamıştı. Huzur bulduğu kütüphanesi, gurur duyduğu eğitimi ve işi, rafine zevkleri, küçük burjuva keyifleri, Royal isimli kıymetli kedisi ve hayatına kendi kuralları ile aldığı çok az kişi ile... 

Üçüncü kadehin sonu çoğunlukla ruhunun huzur bulduğu dengeydi. Yavaş yavaş geceyi rahat bırakırken, ''Öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık, sevilmeyi beklerken, beklemeyi sevmişiz...'' diye tekrarladı, gülümseyerek. Şimdi, hayatının son molası olarak gördüğü şu anda, yükselebildiği zirveden görebildiği kocaman, çok güçlü ve uçsuz bucaksız bir tek başınalıktı...

Not: Öykü kurgusaldır.
İllüstrasyonlar: Naoto Hattori
''Kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz. Yol insanı başkalaştırır.'' : Murathan Mungan
''Öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık, sevilmeyi beklerken, beklemeyi sevmişiz...'' : Cemal Süreya

Ezber Bozan

$
0
0
Demek modernleşen dünyada giderek yalnızlaşıp, bireyselleşiyorsunuz, bencilleşip, kendinizden başkasını düşünmez oldunuz, dünyada yaşayan tek canlı sizsiniz sanıyorsunuz... Yetmez, daha da yalnız olmalısınız... dedi, kameralarının ardındaki milyonlarca yüze.
Her birinizi kendi evlerinize kapatıp, sığınaklarınızda bir başınıza bırakacağım. Ve ne bir ideoloji, ne vatan ateşi, ne de Tanrı sevgisi ile başaracağım bunu. Size çağınıza, hodbinliğinize yakışan bir korku vereceğim. Bu korku ki sizi kendi evlatlarınızdan uzaklaştıracak, atalarınızı dedelerinizi unutturacak.
Her birinizi kendi kurduğunuz hapishanelerin gönüllü mahkumları yapacağım. Bir parça güneşe, açan her çiçeğe, bir yudum denize hasret bırakacağım. Ekranların ardından gördüklerinizle yetinecek, mahkumiyetinizi avutmaya çalışacaksınız. Görüntülü sohbetleriniz, canlı konserleriniz, online dersleriniz, sanal gezileriniz, ev egzersizleriniz kendinizi iyi hissettirmeyecek. Aşk size uğramayacak, baharı kaçıracak, yazı göremeyeceksiniz. 
Demokrasi, insan hakları diye bağırırken teknokrasinin dijital tuğlalarından medet umacaksınız. Safları sıklaştırmaya, örgütlenmeye, bir olmaya birlikte güçlü olmaya inanmışken, tüm ezberinizi yitireceksiniz. Mesafeleriniz, su ve sabun tek dostunuz kalacak. Vitaminler, eldivenler ve kolonyalar ile maskelerinizin ardında gizleneceksiniz. Elleriniz dezenfektan ile sertleşirken yürekleriniz korku ile hafifleyecek. Gözlerinizi gün sonu istatistiklerinden ayıramayacaksınız.
Ne silah ve savaş, ne atom bombası, ne gaz odası, düşmanınız kim kestiremeyeceksiniz. Tedbirsizce aldığınız her nefes, dokunduğunuz her yer içinizde on dört günlük bir şüphe bırakacak. Ey aciz yirmi birinci yüzyıl insanı, şapkanı önüne koy ve düşün, zaaflarını ve günahlarını (kibrini, açgözlülüğünü, şehvet düşkünlüğünü, kıskançlığını, oburluğunu, öfkeni ve tembelliğini) ve ders al olan bitenden, kendin kadar diğer tüm canlılar için de adaletli bir şans yarat tekrar yeryüzünde.
Ben Doğa' yım, kendime ait olanı er ya da geç alacağım. Daha temiz bir hava, daha temiz sular ve hayvanlardan gasp ettiğiniz alanlar gün gelecek bana geri dönecek. Sağlık sistemleriniz, doğal seleksiyonum karşısında çaresiz kalacak.
Bizi diğerlerimizden ayıran tüm kavramlar anlamını yitiriyor. Din, ırk, statü, cinsiyet, varsıllık bir şey ifade etmiyor. Test pozitif ve test negatif ise dünya yüzündeki her yerde anlamlı. Tüm bunlar son bulduktan sonra dünya daha güzel bir yer mi olacak yoksa bu olanlar dünyanın sonu mu? Normale dönmek istiyoruz ancak bizim bildiğimiz normal, aynı kalacak mı? Belki de dengeler bambaşka bir normalde kurulacak.
Doğaya daha saygılı bir tür olmayı öğrenebilecek miyiz bilmiyorum. Ama hala homo sapiens(düşündüğünün üstüne düşünebilen insan)' e güveniyorum. İmkansız diye bir şey yok bence, düşük ihtimaller var sadece... Bir düşük ihtimal bile olsa daha güzel bir dünya, ben buna inanmayı tercih ediyorum. Kayan yıldızlara, ay çöreklerine, ateş böceklerine, gökkuşağına ve parlak çakıl taşlarının sihrine inanacağım. Ve çocuklarıma yakamoz ışığından kaymayı, rüzgarın kuyruğuna şiir bağlamayı, dalgalara kafa atmayı, etek kaldıran çapkın lodos ile sahilde yürümeyi, gökyüzünü sallayıp, yıldızları denize dökmeyi, suda taş sektirmeyi öğreteceğim günleri bekleyeceğim.

İllüstrasyonlar: Igor Morski

yazıyor...

$
0
0
''Kar taneleri gibi yaşıyoruz şu sıralar; Birbirimize değmeden ayrı ayrı eriyerek...'' yazdım ve gönder tuşunun üzerinde bir süre bekledi parmağım, en sonunda gözlerimi kapatıp bastım, gözlerimi açarken yaptığıma çoktan pişman olmuştum. Sonraki bir dakika boyunca kalbimi ağzımda ve kan basıncımı kulaklarımda hissederek mesajı görmesini bekledim. Devam eden on dakika boyunca 'acaba görmeden silsem mi' diye kendi kendimi yedim. Bu kez de 'bu mesaj silinmiştir' yazısını görecek diye elim silmeye gitmedi. On dördüncü dakikada çift çizginin mavi oluşuyla az önceki kararsızlığım yerini heyecanlı bir bekleyişe bıraktı. Acaba ne düşünmüştü, mesajı ona yanlışlıkla gönderdiğimi düşünmüş olabilir miydi, cevap verecek miydi... Telefon elimde beklemeye başladım. Bir süre sonra ''yazıyor...'' uyarısını görünce kalbim hızlanmaya, sabırsızlığım artmaya başladı.
"Belki de sevmek bir seçenek değil, sadece kalpten gelen bir şeydir, İçime işlemişsin, çıkarıp atamıyorum. Bütün mümkünlerin kıyısındayım. Turgut Uyar'' Yanlış okuyor olabilirim diye bir kez daha okudum, bir kez daha okudum. Hiç acele etmek istemiyordum ama 'içime işlemişsin' kısmı yüzümde kocaman bir gülümsemeye ve içimde havai fişek gösterisine dönüştü. 'Bütün mümkünlerin kıyısındayım' ne kadar da ucu açık, davetkar, ümitvar bir ifade. Ona çok güzel bir şey yazmalıydım hem cesaretlendirici hem de bu heyecanı devam ettirecek bir şeyler... 
''Aşık olamıyorsan, dans edemiyorsan, şarkılar mırıldanamıyor, ıslık bile çalamıyorsan, ne anlamı var ki aklı başında olmanın..? Osho''  Bunu okuduğunda ne hissedecekti acaba, elim gönder tuşunun üzerinde biraz oyalandım. Bastığım anda; hani raftan bir şey alırken, yanlışlıkla kırılacak başka bir şeye çarparsınız ve tam yere düşmek üzereyken yakalarsınız onu. Hani kalbiniz hop diye bir havalanır, sonra tekrar yerine geri döner. İşte benim kalbim de mesajla birlikte havalandı, gökyüzünde kanatlarını açıp süzüldü ve hop diye onun telefonuna kondu. Çift mavi çizgiyi görene kadar kalbim onun telefonunda kaldı, görünce tekrar geri göğüs boşluğuma döndü. 'Aklı başında olmak istemiyorum' demek istiyordum işte, ötesi var mı? Zaman beklerken taş gibiydi, geçmek bilmiyordu. O da ne, çevrimdışı olmuştu, hızla diğer sosyal hesaplarındaki son görünmeleri kontrol ettim, yoktu. O çevrimdışı olunca, tüm sosyal ağlar aynı anda çevrimdışı oldu sanki. Hikayesini görmek istediğim, durum güncellemelerini beklediğim, paylaşımlarını merak ettiğim hiç kimse kalmadı. Belki bir işi vardır diyerek kendimi teselli etmeye çalışırken, ekranımla birlikte tüm sanal ve gerçek alemler yeniden gül bahçesine döndü; çevrimiçi olmuştu.
''Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz sarıl bana dedikten sonra,sarılmanın ne anlamı kalır! Zülfü Livaneli''Gözlerime inanamıyordum. Tekrar tekrar okudum. Yanında olmamı, ona sarılmamı istiyordu. Bir çift kanat taktı yüreğim, yükseldi yükseldi, mutluluk pikeleri yaparak bir kaç kez pisti pas geçti, tekrar yükseldi, okyanusların üzerinden, bulutların beyazından geçti; güneşin pırıltılarını taktı, gökkuşağının yedi rengini bezendi, neşeyle süzülerek göğüs kafesime döndü. İşte her şey apaçık ortadaydı, birbirimizi seviyorduk. Bu pek alışık olmadığım flört çeşidini hem çok naif hem de heyecan verici bulmuştum. Artık daha açık olmalıyım diye düşündüm ve belki de bir buluşmaya dönüşebilecek cümlelerimi fırından sıcak sıcak çıkartıp servis ettim.
''Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat her şeye bedeldir. Özdemir Asaf'''  Bu kez gülümseyerek kendimden emin düşünmeden hızlıca gönder tuşuna bastım ama hemen sonrasında içimi bir telaş kapladı; çok mu hızlı gitmiştim acaba? Onunla evlenmek istediğimi düşünmesine yol açacak bir mesaj vermek istemezdim. Sonuçta 'o hayat her şeye bedeldir' kısmından, onunla bir hayat kurmak istediğim anlamını çıkarabilirdi. Oysa henüz onu tam anlamıyla tanımıyordum. Evlilik işleri bir çırpıda karar verilecek işler değildi. Etraf birbirini ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırmış evli çiftlerle doluydu. Sadece 'özlüyorum, bekliyorum, seviyorum, gel buluşalım konuşalım, birbirimizi daha iyi tanıyalım' demeyi arzu etmişken, yanlış anlaşılma ihtimali açıkçası beni biraz tedirgin etmişti. Ama artık çok geçti çünkü mesajımı görmüştü, görür görmez de ortadan yok olmuştu. Önce iyi niyetle biraz bekledim, kendime oyalanacak başkaca işler icat ettim. Beş dakika dolmadan telefonu elime almayacağım diye kendi kendime kurallar koydum. Zorlukla geçen kırk dakika sonrasında ise kesin hükmümü verdim. Erkek milleti işte, ilişki biraz ciddiye binince hemen toz olurlar, ara ki bulasın... Ama bu iş böyle kalmaz benim kimseye eyvallahım olamaz dedim ve mesajı döşendim: 
''Öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık, Sevilmeyi beklerken, Beklemeyi sevmişiz... Cemal Süreya''İşte böyle, şu saatten sonra kimsenin nazını, kahrını çekemem, ben böyle gayet iyiyim, bu da benim elvedam, herkes kendi yoluna... İçim biraz hafiflemişti. Beklemek güzeldi, hayallerin seni hiç hayal kırıklığına uğratmazdı. Bu iş de bu kadarmış deyip telefonumu sehpanın üzerine bırakırken, gelen mesaj uyarısı yine yüreğimi hop ettirdi. Bir yandan mesajı hemen okumak istiyor bir yandan da kırgınlığımdan ötürü, okuduğumu bilmesini istemiyordum. Hem belki mesaj ondan da gelmemişti, bu ihtimal de vardı. İnternet bağlantımı kesip, mesajı okudum, ondan gelmiş:
''Çayı, Kitapları, Eylül'ü, Maviyi, Denizi ; Seviyorum. Ve tüm adaletsiz insanlardan eşit derecede uzak duruyorum. Sabahattin Ali''Bu da ne demekti böyle. Adımın Eylül oluşuna bir gönderme olabilir miydi? Yoksa bana adaletsiz mi demek istiyordu. Az önce yargısız infaz yaptığımı, en azından kendini savunması için ona bir fırsat vermem gerektiğini ima ediyor olabilirdi. 'Eylül'ü seviyorum' ifadesi her şeye rağmen çatık kaşlarımın inmesine, gönlümün yaylarının gevşemesine, içimin titremesine sebep olmuştu. Ne de olsa sevgiye hürmetimiz vardı. E madem seviyormuş, Ona kalbimi tekrar kazanması için bir fırsat vermeye karar verdim:
“Özür dilemek, sizin haksız olduğunuz anlamına gelmez. Karşınızdaki insana verdiğiniz değerin egonuzdan yüksek olduğunu gösterir. Sigmund Freud''Bunu okuduğunda muhtemelen özür dileyerek, önemli bir işi olduğu için hemen dönemediğini belirten ve en kısa zamanda buluşmak istediği anlamına gelen bir alıntı yazacaktı. Şu an ona haksızlık ettiğim yönünde oldukça güçlü bir hisse sahiptim ve bu duygularla mesajı gönderdim. Yine aynı heyecanla beklemeye başladım, bu kez bir buluşma teklifi alacağıma neredeyse emindim. Nefesimi tutmuş, gözlerimi ekrandan ayıramıyordum, yelkovan çakılmış, zaman durmuştu adeta. Mesaj bir türlü yerine ulaşmıyordu. İletim tek gri çizgide uzun süre kalınca interneti kapattığımı anımsadım. Açınca name'min yerine ulaştığını mavi mavi parlamasından anladım. Hiç beklemeden 'yazıyor...' uyarısını görünce ise, bahar çiçekli dallarını salonumun camlarından içeri uzattı, üzerine mutlulukla şakıyan kuşlar kondurdu, gökyüzü uzaktan masmavi göz kırptı, kelebekler ile yavru kediler neşe içinde oynaşmaya başladılar.
"Karakterim ve tavrımı birbirine karıştırmayınız. Karakterim kim olduğumla ilgilidir; tavrım 'sizin' kim olduğunuzla. Elif Oğuz''Bu neydi şimdi. Yanlış anlamayayım diye tekrar okudum, sonra bir kez daha, hiç bir alaka kuramadım. Özellikle 'tavrım 'sizin' kim olduğunuzla' kısmı bende olumsuz bir duygu bırakıyordu. 'Adamına göre davranırım, senin hak ettiğin tavır budur' gibi bir anlam çıkarıyordum. 'Adaletsiz insanlardan uzak duruyorum' dan sonra tavrım sizinle ilgilidir' biraz ağır gelmişti bana. Bu kadar düşüncesizlik gerçekten çok fazlaydı. Birden içerimde kurulan köprülerin iplerinin birer birer koptuğunu, evlerin depremde yıkıldığını, ağaçların devrildiğini, dev bir kentin virane olduğunu hissettim. Ben anlayacağımı anlamıştım. Daha fazla uzatmaya gerek yoktu ama son lafımı etmeden, tarumar ettiği kalbimi ona bildirmeden de kestirip atmak istemedim:
''Yıkılmak binaya mahsus bir şey değil ki, Züleyha. Bir insanın, bir cümle ile yıkıldığını gördüm ben. Cahit Zarifoğlu''Tamam, şimdi o düşünsün bakalım. Topu rakip sahaya geçirmiş futbolcu rahatlığıyla  derin bir nefes aldım. Telefonun sesini soluğunu kestim, götürdüm yatak odasına bıraktım. Bırakırken gene göz ucuyla, kendime belli etmeden mesaj geliyor mu diye kontrol ettim, tabi gelen giden yok. Oh be dedim, bitti gitti. Bir kahve yapayım, iyi gelir dedim mutfağa yöneldim. Aklıma hiç telefonu getirmiyorum, başka başka işler, başka başka düşler, başka iç çekişler, hiç oralı değilim güya. Bari kahve pişene kadar sabretseydim, yok! Kahvenin altını kapattığım gibi soluğu yatak odasında aldım, mesaj gelmiş, gelmez olaymış:
''Uğraşarak düzeltemediklerinden, vazgeçerek kurtulursun. Frida Kahlo''Okudum, bir daha okudum, bir daha okuyayım dedim ama gözlerimden ateş çıkmaya başladı hırsımdan. Bak bak sen, bir de bana akıl veriyor. Sen hayatta düzelmezsin seninle ne uğraşacağım, hiç lazım değilsin bana, çoktan vazgeçtim ben senden, haberin yok. Ay sinirden elim ayağım titriyor. Ne kadar yanlış tanımışım, ne kadar yanlış anlamışım. Kendini ne zannetti, hata bende ama baştan, yol yakınken ben bu işi bitirecektim. Bi-ti-re-cek-tim. Güzel sözlerine, tatlı dillerine kandım. Ah ben ne yaptım. Ne cevap yazsam da rahatlasam diye düşünmeye kalmadan, harfler yıldız yağmuru gibi klavyemden ekrana akmaya başladı:
"Ey, benim iyimser hallerim! Çabuk aldanışlarım... Hep inanışlarım... Alttan alışlarım... Hatayı hep kendimde buluşlarım... Değmeyecekleri kafama takışlarım... Yoktan yere, akıp giden gözyaşlarım... Herkesi, insan yerine koyuşlarım... Hepinize Elveda !! Artık ben kimsenin, Hiç Kimsesi Olmayacağim!.. Nazım Hikmet''gönder tuşuna basmamla, alet kutusundaki çekici almam, mutfak tahtasının üzerine telefonu yatırıp, bir güzel ezme yapmam bir oldu. Oh dünya varmış...

Not: İllüstrasyonlar Christian Schloe' ya aittir.
Öykü kurgusaldır.

Bir Hikayem Var

$
0
0
Doğumu adeta bir meydan okumaydı. Sancılar içindeki annesini, bastırıp çekmekten kolunda derman kalmayan ebeyi pes ettirmiş, sonunda saatler süren mücadeleden galibiyet ile çıkmıştı. Dışarıdan aldığı ''pes'' yanıtı ile ise kendiliğinden, neredeyse tereyağından kıl çeker gibi, şaşkın bakışlar arasında hop diye ebenin kucaklarına düşmüş, böylelikle izleyicilerine güçlü bir mesaj vermişti. ''Ben ne zaman istersem o zaman.'' Zaten o dakikadan itibaren de izleyicileri hiç eksilmedi hep arttı Naciye' nin. Uzatılan biberonu, yalancı memeyi ne yaptılarsa kabul ettiremediler, ağzına anasının hakiki memesinden başkasını sürmedi. İlk andan itibaren sesini duyan olmadı, ne ağladı, ne hıçkırdı, ne tıksırdı. Kaşları hep çatık, hep bir meydan okuma, bir ciddiyet havası vardı yüzünde. Olanı biteni, gideni kalanı o ürküten sabit bakışlarıyla anlayıp çözecek gibiydi.
Eş, dost, konu, komşu konuştular elbette.. İnli midir, cinli midir, bebek midir, şeytan mıdır? Ne olduğu konusunda çeşit çeşit hikayeler uydurdular. Neredeyse her sohbetin tek konusu, fısır fısır konuşulan, ürkek ürkek seyredilen Naciye bebekti. Naciye ise hepsine inat kendince büyüdü. Herkesin uyuduğu saatte gözünü kırpmadan hareketsiz bekledi. Herkes uyanırken derin uykulara daldı.

Annesi ilk çocuğunun bu kadar zorlu çıkması karşısında isyan etti. Geceler boyu Naciye' yi uyutmaya çalıştı: önce sabırla, şefkatle, sevgiyle; olmadı öfkeyle, dayakla, kötekle; olmadı çaresizlikle, ağlamaklı, yalvar yakar.. Naciye' ye kendi karar vermeden nefes aldırmak bile olanaksızdı. Doktorlara götürdüler: çocuk doktoru, çocuk pedagogu, çocuk psikiyatr... Hocalara, hacılara, türbelere götürdüler, dualardan, muskalardan, büyülerden çare aradılar. En nihayetinde kabullenip bu işin peşini bıraktılar.
Naciye hiç bir emre, komuta itaat etmedi. Asilik onun doğasına işlemişti. Kaydıraklardan ters kaydı, ellerinin üzerinde yürümeyi öğrendi, sol elimle yazacağım diye diretti, kışın ince, yazın kalın, dışarıda yalın, evde ayakkabı giydi. Başı beladan, burnu pislikten kurtulmadan büyümeye devam etti. Ona ne yapacağını söyleyenler hep söyledikleriyle kaldı. Ne misafirlere çay getirdi, ne el öptü, ne etek giydi, ne dantel yaptı. Etinden et koparsan, saçlarının her bir telini birer birer yolsan Nuh dedi peygamber demedi. Çevresindekiler zamanla ona ve tersliklerine alıştılar. Hatta öyle alıştılar ki birbirlerine şakalar bile yapmaya başladılar. ''Yap dediniz ve kaybettiniz, artık öldürsen yapmaz'' dediler, gülüştüler. Annesi de zaman geçtikçe istediklerini yaptırabilmek için bazı küçük yöntemler keşfetti. Örneğin 'seni köye götüreceğim Naciye' m' derse, ne istenilse yapardı. Naciye de sanki biraz yumuşadı, biraz uysallaştı ama sanmayın ki içindeki itaatsizlik ve direniş ruhu yok olup gitti. Sadece toprağın altında yeşermeye can atan tohumlar gibi uykuya daldı.

Şehir hayatını hiç sevmedi, yazları gittikleri memleketlerinden geri dönmemek için her sene bir hadise çıkardı. Gitme vaktinin yaklaştığını anlar anlamaz bebekken ağlamaya başlayan Naciye, az daha büyüyünce ortadan kaybolmaya, az da aklı erince kaçıp, saklanmaya başladı. O toprakla, hayvanlarla, zeytinle, doğayla nefes aldı; şehirde kendisini kafese kapatılmış gibi hissetti.

Kendini diğerlerinden farklı gören, yaptıkları çoğu şeyi budalaca bulan, sohbetlerini zaman kaybı, dertlerini anlamsız, hedeflerini boş bulan Naciye; insanları anlamayı denese de çoğunlukla daha az iletişim kurup, yalnız kalmayı tercih etti. Yalnız kaldığı anlarda hep doğayı, toprağı, denizi, ormanları, hayvanları, çimenleri hayal etti. En çok kendini ve sessizliği dinledi. Yanlış zamanda ve yanlış yerde doğduğuna ilk andan itibaren emindi. O çok daha eski bir zamana aitti.
Ben Naciye' yi bir sonbahar günü, bir deniz kenarında tanıdım. Yazın hınca hınç insan dolu, iyot kokulu popüler tatil yerlerinin okullar açılıp, el ayak çekildiğinde bulduğu dinginliği ve huzuru çok severim. O gün lodosun savurduğu dalgalar kıyıyı dövüyordu. Atkım boynumda, ılıman rüzgar kulaklarımda, açılamayan balıkçı tekneleri denizde dans ediyordu. Kendime oturup çay içebileceğim bir yer arıyordum. Hem de kıyı boyunca gezinip manzarayı zihnime kazımaya, martıların çığlığını, ağaçların çırpınışını, dalgaların sesini içime katmaya çalışıyordum. Uzakta havlusuyla kavga eden bir siluet fark ettim. Biraz yaklaşınca şapkasını başında tutmaya, havlusunu sahile sermeye çalışan bir kadın olduğunu anladım. Merak etmiştim ve denize girmesi durumunun tehlikeli olabileceğine dair bir hisse kapılmıştım. Ben yavaş yavaş o yöne yürürken, O kendini dalgalara bırakıp yüzmeye başlamıştı. Dalgalar yüksek ve dengesizdi. Bu denizde yüzmenin ne kadar yorucu olduğunu, açıldığınız takdirde geri dönüşün zorluklarını çok iyi biliyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Ben oraya varıncaya dek korkusuzca yüzmüş, kolaylıkla geri dönüp, çıkıp giyinmişti. Tanışmayı istiyordum ancak hızla bir ata binip, uzaklaşmaya başladı. Bir masal kahramanı gibiydi ve beni çok etkilemişti. O kadar yalın, doğal, cesur ve asi görünüyordu ki mutlaka onu bulmak istiyordum.
Kısa sürede hakkında pek çok bilgi edindim. Zeytin bahçeleri olduğunu, küçük bir dağ evinde yalnız yaşadığını ve biraz sıra dışı, çılgın (hatta 'deli' dediler ama bu şekilde düşünmeleri tamamen Naciye' nin tercihiydi bence) ve tehlikeli olduğunu... Hiç tereddüt etmedim ziyaretine gitmekte ve tam düşündüğüm gibi beni tüfeğiyle iki el ikaz atışı yaparak karşıladı. Yürümeye devam ettim, dur emrine uymadım. Üçüncü fişek ayaklarımın yanına düştü, yürüdüm. Verandasının basamaklarında durdum, berettanın namlusunu kafama dayadı. Ne istediğimi sordu. Yeni mahsül kırma zeytin almak istediğimi ve çarşıdan burayı tarif ettiklerini söyledim. Başıyla içerideki masa ve sandalyeyi işaret etti, oturdum. İkimizde de en küçük bir telaş olmaksızın bakışlarımızla birbirimizi tarttık bir süre. Bir meydan okuma ya da düelloydu sanki. Gözlerinin içindeki her bir parıltıya ilgiyle bakıp, 'merhaba' dedim. O da gözleriyle 'benden uzak dur yabancı.' diye yanıtladı. Evet, deli olabilirdi ama ben de bu konuda fena sayılmazdım. Hem de yeni emekli, dünyalığını çoktan yapmış, yaşamayı hala çok seven, maceraperest, kendine meşgale arayan biriydim ve Naciye kesinlikle ilgimi çekmişti.
Biraz tez canlı olsam da isteklerime ulaşabilmek için gerekiyorsa orta ve uzun vadeli girişimlerde bulunmaktan çekinmem. Bir süre düşündükten sonra coğrafyayı da çok sevmemin etkisiyle bu köye yerleşmeye karar verdim. Öncelikle ona yakın bir ev buldum, kendime iyi bir at ve tüfek edindim. Ege' nin zeytin kokulu, körfez manzaralı dağlarından birinde kendime küçük bir çiftlik kurdum. Zaten yıllardır özlemini duyduğum, hayal ettiğim bu yaşam tarzına; en kötü edindiğim deneyimlerle kalır, bu yaştan sonra bir macera daha yaşamış olurum diyerek gözü kapalı atladım. Paradan puldan konuşmayı sevmem kendime varlıklı da demem. Allah'ın parası çok olan fakir kullarından biriyim diyelim, geçelim. Esnaftan aldığım bilgilerle, baştan planladığım hamleleri ardı ardına yapıp, Naciye' nin gönlüne taht kurmayı planlıyordum. Ancak, bu yaşına kadar yanına yöresine kimseyi yanaştırmamış, çevreyle ilişkisini asgari düzeyde tutmuş, yalnızlığı seven doğa aşığı bu kadının güvenini kazanmanın kolay olmayacağının farkındaydım ve ezberimde olan metropol jestlerinin burada işe yaramayacağını biliyordum. Ben de bir süre her şeyi zamanın akışına bırakıp, kendi hayatıma odaklanmaya karar verdim.
Bir hikaye ne zaman başlar, hayatın gerçekliğinden nasıl uzaklaşır insan? Bir film senaryosuna, bir masal dünyasına, bir efsaneye nasıl yaklaşılır? Orada yaşamaya başladığım hayat ile şehrin koşturmalı, tempolu, sıkışık yaşantısından giderek uzaklaşıp bambaşka bir dinginlikte farklı bir gerçeklik kurmuştum kendime. Aklımın ortasında, gözümün kıyısında, yağmurun tınısında, camın buğusunda, güneşin ışığında ve tüm tomurcuklarda Naciye merkezli, geri planda ise keyif ile sürdürdüğüm bir hayat. Uzun uzun bakışlarım, sabırlı günaydın'larım, yardım lazım mı'larım, kasabaya iniyorum bir ihtiyaç var mı' larım, ne harika bir gün' lerim sanki yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamış ve nihayet üzerime ilgili bir çift gözün gölgesini düşürmüştü. 
Bir gün bahçesine girdiğini iddia ettiği kümesimin as horozu Ökkeş ile tavuklarımdan birinin ayaklarından tutmuş, hışımla bahçeme geldiğini gördüm. Bunun son olduğunu bir daha ürününe zarar verirlerse hiç acımadan onları infaz edeceğini söyledi. Ben de eğer onların tüyüne zarar gelirse, savaş ilanı sayarım, dedim. Karşılık olarak hayvanları elinden bıraktığı gibi, çiftesine davrandı. Horozumun en uzun kuyruk tüylerinden birine nişan aldı ve tetiğe bastı. Hayvanlar korkudan o yana bu yana kaçıştılar. Ökkeş' in en fiyakalı tüyü, bütün kümese caka satıp, çalım attığı o kıymetli tüyü havada bir kaç tur döndükten sonra yere düştü. Ben de zavallının şimdi ne yapacağı, psikolojisinin bozulacağı konusunda veryansın etmeye başladım. Hiç umursamadan arkasını dönüp giderken, büyük bir karar vermem gerektiğini hissediyordum. Attığı adımı olumlu bir iletişim girişimi olarak değerlendirmeyi tercih ettim ve 'bir dakika' diye bağırdım. 
-Böyle arkanı dönüp gidemezsin. Görmüyor musun ki sana deli oluyorum. Sana yakın olmak uğruna, ne varsa ardımda hepsini düşünmeden geride bıraktım ve burada bir hayat kurdum. Artık inadı bırak da bize bir şans ver. 'Zaman' dedim Naciye 'zaman' hepimizi öğütüyor, farkında değil misin? Ne vakit boşaldı yanaklarımın içi, ne zaman ellerim beneklendi, saçların Naciye saçlarına ilk aklar ne zaman düştü? Günler hazana teslim olmadan gel tut seni arayan ellerimi, gel düş gönlümün oduna, bir şans ver bize, Naciye'm!
İşe yaradı mı, yaradı ama benim istediğim zaman değil, o ne zaman isterse o zaman. Naciye ile derin duygusal ilişki kurmamız kolay olmadı. Uzun uzun susarak, sonu gülümseme ile biten soluksuz bakışmalarımızda, yalnızca birbirimizin varlığımızı hissetmek bile o kadar iyi geliyordu ki. Tüm gözde şehirlerin moda trendlerine inat birlikteyken ne giysek yakışırdı bize. Çamurlu botlar, kirli tulumlar, ipliklenmiş hırkalar... Büyük büyük aşkların, toplumsal resmiyet baltalarıyla devrildiği, sonra da o ulu gövdelerin parçalanıp mecburiyet ateşlerine atıldığı bir çağda zeytinliklerin içerisinde yeşeren, umutlu bir sevdaya rastlamıştım. Geçen zaman içerisinde ikimizi de şaşırtan, çelikten köprüler kurduk birbirimize uzanan. Melek değildik, çok kavgalar ettik. En kötü huyumuz sonu gelmez iddialarımız ve rekabetçi tutumumuzdu. Bugün folluktan kaç yumurta alacağız, yağmur ikindiden önce mi sonra mı bastırır, inek bu yıl buzağılayacak mı buzağılamayacak mı, kovan oğul verecek mi, zeytinden kaç fıçı yağ alacağız, Pazarcı Yusuf bu hafta uğrayacak mı uğramayacak mı... aklımıza gelen her şey için iddiaya giriyorduk. En son iddiamız en sert olanıydı, Naciye dedim, kız doğuracaksın. Yok dedi erkek olacak benim yavrum. Oğlan olursa dedim, ikinciyi isterim. Kız olursa dedi, çeker giderim. O an içimi bir korku kapladı çünkü daha önce söylediğini yapmadığı görülmemişti. Çaktırmadan ben de erkek çocuk için dua etmeye başladım. Görürüz dedim, bekleyelim bakalım. Bekleyelim, dedi.   

Doğumu adeta bir meydan okumaydı. Sancılar içindeki annesini, bastırıp çekmekten kolunda derman kalmayan ebeyi pes ettirmiş, sonunda saatler süren mücadeleden galibiyet ile çıkmıştı. Dışarıdan aldığı ''pes'' yanıtı ile ise kendiliğinden, neredeyse tereyağından kıl çeker gibi, şaşkın bakışlar arasında hop diye ebenin kucaklarına düşmüştü. Ama Naciye bir bayrak yarışında bayrağı  takım arkadaşına teslim eden son yarışmacı huzuru ile son nefesini vermişti. Annesi kadar güçlü çıkamamış doğanın en umutlu savaşında, hayata can verirken, bizleri bırakıp gitmişti. 
Gözlerine baktığımda uçsuz bucaksız çayırlarda dört nala koşan atları, saçlarının dalgası rüzgarla dolduğunda, denizde atlayan yunusları, ellerinin maharetinde mucizesine hayran bırakan bereketli toprakları bulduğum, hayatımın son gençliğinde karşıma çıkan en büyük şansım, Naciye' mi unutmam mümkün değil. 

Mükemmel bir baba, eşsiz bir eş olacağım diye iddialarım olmadı ama şimdi bir sözüm var kendime: benim kızım hayatı istediği gibi yaşayacak. O benim olduğu kadar tabiatın da kızı biliyorum. Zamanı geldiğinde öğrenmek istediklerini göstermek için hazır olacağım. Ata binmeyi, papatyalardan taç yapmayı, turunç ağacını aşılamayı, en lezzetli mantarların yerini, kiraz çekirdeklerinden mermi yapmayı öğreteceğim ona.  

Vazgeçmiş ümitsizlere ışık olsun diye; boşalmış kuş yuvalarına, çıkmaz sokaklara, deniz kenarındaki banklara, ağaç kovuklarına, kelebek kozalarına, sokak lambalarının pembe ışıklarına yazacağım bizim hikayemizi. Kardaki ayak izlerine, yalnız deniz fenerlerine, sımsıkı kapalı avuç içlerine, gizli defterlere, kimsesiz çaresiz yüreklere anlatacağım... 
Yeni bir hayat için hep bir şans var. 
İnatla düşleyin, sabırla isteyin yeter...

Not: Öykü kurgusaldır.
İllüstrasyonlar: Radal Albinski

Çıkmaz Sokak

$
0
0
Mantığım ve kalbim arasında başlayıp, uzayıp giden yüzyıl savaşlarında bir türlü sonuca ulaşamıyordum. Meydan muharebeleri, hilal taktikleri, kale saldırıları sonuçsuz kalıyor, ne içeriden ne dışarıdan galibiyet haberi gelmiyordu. Verilen yaralar büyük, açılanlar ise ondan da büyüktü. Kayıplar vererek azalarak ufalarak bir avuç kalmıştık. Gökyüzü bile bizi izlemeye dayanamamış, küçülüp görünmez olmuştu. Acıdan başka hissedilecek bir duygu kalmamıştı. Savaş meydanını berabere terk etmek, bu mücadeleyi ortada bırakmak en akılcı seçenek gibi görünüyordu. Eğer çıkmaz sokakta olduğunu düşünüyorsan, geri çekilmek bile ilerlemek demekti.
Bazen büyük kararlardan önce yolculuklara çıkmanın iyi olduğu söylenir. Ruhumu, bedenimi, aklımı, yüreğimi akşamdan valiz yapıp, gün doğarken yola koyulmaya karar verdim. Tüm yolculukların geçmişe olduğunu fısıldayan iç sesimi de yolluk yapıp yanıma aldım. Hem onanmamıza hem de sonuca ulaşmamıza faydası olur umudu ile mantığımı sağ ön pencere kenarına, kalbimi de sol pencere kenarına oturttum. Ben de muavin koltuğunda bir barış elçisi, bir arabulucu gibi yerimi aldım. Mantığım tüm yol boyunca, her zamanki gibi 'aşk ve özgürlüğün' karşısına koyabildikleri ile kalbim ise 'esaret ve cesaretsizlik' ithamları ile bana saldırmaya devam ettiler.
Her ikisinden de uzaklaşıp, ruhsal ve bedensel tekillik içerisinde derinliklerime inmeye çalıştım. Geldiğimiz sunağın bize katabilecekleri ve bizden alabilecekleri, sarkaç adaleti gibi dengeli bir salınım halindeydi. Hayat, yine hayallerimizi kolaylıkla vermeye yanaşmıyordu. Ancak biz ümitsiz vazgeçişleri değil, imkansız zaferleri seviyorduk. Suskun bakışmaların ve yıllanmış yorgunlukların arasında özlediğimiz geniş zamanları seviyorduk. Kalabalıklar arasında yakalandığımız yalnızlıklarımız, gündeliğin telaşı içerisinde unutulmaya mahkumdu. Düşlerimiz yağmalanmaya, sevinçlerimiz küçümsenmeye, uçsuz bucaksız umutlarımız yok edilmeye mahkumdu. Yoksunluğumuz, yalnızlığımız ve çaresizliğimize inat, bir solukluk mutluluk uğruna, tutkulu direnişlerin planlarını kuruyor, birlikte gördüğümüz rüyanın sarhoşluğuyla uyuyorduk.       
Sessiz ve güvenli bir huzur iklimine yol almak istiyordum. Deniz kenarındaki masalarda serçelerin aşırdığı simitlerle kahvaltı yapmak, martı çığlıklarının eşlik ettiği sahil boyu uzun yürüyüşlerde artık safımı seçmek, yönümü çizmek istiyordum. Kızıl bir akşamüstü, bir balık sürüsü denizde atlarken, güneş günü bitirip, geceyi aya teslim ederken, bir iki yıldız gökyüzünün koyu maviliğinde belirirken, gözlerinin derinliğinden ruhunun ateşini görebildiğim anlar apansız belleğime düşüyordu. İçime dalga dalga yayılan özlem ve mutluluk, tüm zihnimi esir alıyor, dünyanın geri kalanını bir kitabı okur gibi, 'hissederek' yaşama isteğim ağır basıyordu. Başımı mantıklı bir vicdan yastığına koymak istemiştim ancak yaptığım duygusal çocuksu sakarlıklar buna izin vermemişti. 
Şu an toplumsal dış basınç ile bireysel iç huzurun dengeye gelmeden de yaşanabileceği fikri bana heyecan veriyordu. Bunun için önce, kalbimin şimdiye dek yaşadığı savaşlarda üzerine sinmiş olan kötü kokuları, kirleri ve tüm olumsuzlukları berrak kaynak suları ile yıkadım. Ve gökyüzünün sonsuzluğunda, sevginin sıcaklığında, özgürlük kokuları ile kuruttum. Sonra acılardan, hüzünlerden, bekleyişlerden yılmayan mantığımın; tüm bunlardan mutluluklar kadar haz alıp, isteklerinden vazgeçmeyişini kutsadım. Çocuk gülüşlerinin, çiçek açışlarının, soğuk ayazın, yağmurun ve karın, tüm dünyanın güzelleşmesiyle; günbatımlarının, yakamozların ve takım yıldızlarının içimde büyümesiyle; kuruyup, çatlamış, bir daha yeşermez dediğim kalbimin, tomurcuklanıp da kış ortasında çiçek açmasıyla ise okuduğum kitabın doğruluğuna inandım.  


İllüstrasyon ve fotoğraflar: Bogdan Zwir

Satılık İlanı: Bebek ayakkabıları. Hiç kullanılmamış.

$
0
0
''Kırmızı pabuçları, duruyor başucunda, başı düşmüş yastığa, uyuyor mışıl mışıl, e bebeğim e e e'' hiç unutamayacağını düşündüğü bu şarkı; sanki annesi kulağının dibinde söylüyor gibi yakın ve tanıdık. Üzerinden geçip giden onca yıla, köprünün altından akan onca suya rağmen taptaze ve canlı.

Nereye kaçarsa kaçsın, ne yaparsa yapsın, ne kadar zaman geçerse geçsin o sakin, uyumlu kıvırcık kahverengi saçlı küçük kız, masanın altına saklanmış, ıslak ve korkmuş gözleriyle her yerden ona bakıyordu. Hep koruduğu bir mesafeden, yaklaşmadan ama uzaklaşmadan da. Ve yaptığı hiçbir şey;  aldığı dondurmalar, şekerlemeler, bindirdiği atlıkarıncalar, oynadığı oyunlar onu teselli etmeye yetmiyordu. Çocukluğunu bir türlü avutamıyor, susturamıyordu.
Kariyerinde ilerlerken ne zaman geriye dönse, saklandığı yerden ona bakan ağlamaklı kız çocuğu ile göz göze geliyordu. Girdiği toplantılarda, çıktığı seyahatlerde, eğlenceli arkadaş buluşmalarında, yorgun biten bir günün akşamında, yatağına uzanıp gözlerini kapattığında hep aynı hayalet karşısındaydı. Disiplinli, sert, rekabetçi, acımasız görüntüsü, aslında içinde ağlayan çocuğu saklama çabasıydı. Geçmişini hiç kimseye anlatmadığı için kendisiyle gurur duyuyor; güçlü ve cesaretli görüntüsünü yorgan yapıp, tüm korkularını, umutsuzluğunu, kimsesizliğini, güvensizliğini örtüyordu. En yakınım dediği arkadaşı bile onun etten kemikten olduğuna inanmıyordu.
Çok mutlu bir çocukluk geçirmemişti bunu kabul ediyordu. Annesinin dokuzuncu gebeliğinde hayata merhaba demişti. Ancak bu doğum, annesinin karnında ölen sekiz bebeğin acılarını dindirmeye yetmemiş, yaşamakta olduğu travmaları dindirememişti. Krizler, buhranlar, kavgalar, ayarlanan ilaç dozları arasında kendi kendini büyütme çabasıydı çocukluğu. Soylu ailenin devamı için gerekli olan veliaht sonunda gelmiş ancak işler daha da zorlaşmıştı. Çözemediği sorunlarla mücadeleye devam etmek yerine uzaklaşmayı tercih eden babasına kızmıyordu. Annesini de hastalığından dolayı suçlayamazdı. Bu hikayenin tek açıklaması şanssızlığıydı. Keşke O da ölen sekiz kardeşi kadar şanslı olabilseydi.

Dokuzuncu yaş doğum günü, dokuz rakamı ve şanssızlık konusunda kesin karara vardığı gün olmuştu. Akşam, annesinin ona her sene ısrarla aldığı kırmızı bebek ayakkabılarının dokuzuncusunu, sekizinci çiftin yanına özenle yerleştirirken, bunların geçen yılkinden farklı olarak deri bağcıklı ve uzun konçlu olduğu düşünüyordu. Tam o sırada gürültüyü duymuş, hızla salona gittiğinde annesinin yerde yattığını ve şakağından hızla halıya yayılan koyu kızıllığı görmüştü. Annesi tek bir kurşun ile ölümü seçmiş ve en sevdiği rengin kollarında sonsuz bir dinginliğe ulaşmıştı. Babası sanki hep bunu beklemiş gibi cenaze işlemleri ile ilgili tüm sorumluluklarını derhal ve hızla tamamlayıp mümkün olduğunca uzağında yeni bir hayata başlamıştı. O ise babaannesinin himayesi ve hayatındaki tüm hayaletlerin varlığı ile huzurun hiç uğramadığı bir dünyaya...
Gittiği danışmanlar, psikologlar, psikiyatristler, yaşam koçları zaman ve para kaybı olarak kalmıştı. Tüm zihinsel yoğunluğuna karşın hep aklında olan, tüm fiziksel yorgunluğuna karşın uyutmayan bu şeyle başa çıkmakta zorlanıyordu. Artık kuşandığı zırh, taktığı maske, taşıdığı kalkan ona çok ağır gelmeye başlamıştı ve hepsinden kurtulup çırılçıplak bir özgürlük yaşamak istiyordu. Son zamanlarda duygularında bir değişim, bir farklılık, içinin en derinlerinden gelen bir güç, tüm bunlara son verebilecek kişinin kendisi olduğunu söyleyen kararlı bir ses duymaya başlamıştı. Çocukluğunu güvenle geçmişe gönderebilmek için yapması gereken şeyi biliyordu aslında. Bugüne kadar hep ertelediği yüzleşme zamanı sonunda gelmişti.


Arkasına yaslandığında, karyolanın altına saklanmış, korkuyla bakan ıslak gözleri gördü yine. Ve mırıldanmaya başladı.: ''Kırmızı pabuçları, duruyor başucunda, başı düşmüş yastığa, uyuyor mışıl mışıl, e bebeğim e e e''. Küçük kız karyolanın altından çıkıp ona doğru yürümeye başladı, ilk kez bu kadar yakınlaşmışlardı. Doğru kelimeleri bulmak için bir an düşündü: ''Artık yalnız olmak zorunda değilsin, ben hep yanında olacağım, korkmana gerek yok, artık ben varım, asla gitmeyeceğim''. Bir gülümseme ile ödüllendirilmiş ve içindeki karanlıkta bir ışık yanmaya başlamıştı. Çocukluğunu kucağına aldı, Ona sarıldı, öpüp kokladı, kıvırcık saçlarını okşadı, sımsıkı kucakladı sonra şifonyerin başına ayakkabıların yanına yürüdü. Kucağında çocukluğu, karşısında dokuz çift kırmızı bebek ayakkabısı, içinde bir yanıp bir sönen deniz feneri vardı şimdi.
Neden kırmızı ayakkabılar ve neden sekiz tane, neden dokuzuncuyu verdiği gün ve dokuzuncu doğum gününde? Sorularla boğuşmaktan bitap düştüğü geceler hep aynı noktada buluyordu kendini. Sekiz çift ayakkabı, sekiz doğamamış bebek. Dokuzuncu ise kendisi. Annesi bilinçli ya da bilinçsiz olarak hayatta olmasının vicdan azabını, utancını hep hissetmesini mi istemişti? Ve en çok ihtiyaç duyduğu anda Onu büyümeyen terk edilmiş çocukluğu ile baş başa bırakıp, gitmişti. Annesi aslında hiç annesi olamamış, onu hiç sevmemişti. İçindeki suçluluk duygusu, içinde kabaran güç dalgası ile tepkimeye girdi ve volkanik bir patlamaya neden olup büyük bir öfkeye dönüştü. Sonrası hayal ile gerçek, rüya ile uyanıklık arasında bir buhrandı. Bağırdılar, dağıttılar, tekmelediler, ağladılar, sarıldılar. İçindeki öfke dindikçe annesinin ve babasının hayali uzaklaştı, sanki hiç olmamışcasına. Onları hep affetmeye, anlamaya çalışmakla şimdiye dek hata yaptığını fark etti. Yapması gereken onları zihninden silmek, süpürmek, yok etmek, öldürmekti. Onlar yoktu ve hiç var olmamışlardı. Sadece kendisi dimdik ayaktaydı. Çocukluğu yavaş yavaş uzaklaşırken son bir kez göz göze geldiklerinde gördüğü durulmuş bir deniz ve dingin çocuk gözleriydi. O gece hiç uyumadığı kadar huzurlu uyudu; deliksiz, kesintisiz.
Ertesi sabah uyandığında kendini yepyeni ve dinlenmiş hissediyordu. Telefonunu tereddütsüz aldı ve sık kullandığı uygulamayı açtı. Letgo, Eşyalarını Sat. Satılık İlanı: Bebek Ayakkabıları. Hiç kullanılmamış.

Not: Ernest Hemingway, “altı kelimelik bir öykü” istendiğinde bunu yazmış. İngilizcede altı kelime: For sale: baby shoes, never worn. Dünyada en az kelime ile en çok şeyi anlatan öykü seçilmiş. 
Buradan yola çıkılarak yazmış olduğum bu öykü ise tamamen kurmacadır.
İllüstrasyonlar: Nicoletta Ceccoli

Bekleyiş

$
0
0
Bir yaz akşamı karpuz kokusu ile kızartma kokusunun buluştuğu yerde bekliyorum seni. Söğüt gölgesinin su ile dansına eşlik eden kurbağanın sesinde. Ve de uçurtma kuyruğunun beyaz buluta takıldığı anın sonsuzluğunda. Hani yağmur yağar da ağacın tüm yaprakları temizlenir tozdan kirden, işte o yaprağın üzerinden düşen son yağmur damlasının güneş ile buluşup parlayışında. Zihnimin en çıkmaz sokaklarında, en derin dehlizlerinde. Hani açıp lime lime baksalar kimsenin bulamayacağı bir yerde. İçinde dalgalar çağlayıp taşarken dışarıdan süt liman görünen bir denizin dinginliğinde bekliyorum seni. Gelmesen de bekliyorum. Gelmeyeceğini bile bile bekliyorum. Biraz da gizlice gelme istiyorum. Sana mı yoksa bu sonu belirsiz bekleyişlere mi tutkunum bilmiyorum. 
Bir bekleyişi güzel kılan nedir biliyor musun? Sonsuz olasılıklı alternatifte, kavuşma senaryosu hazırlarsın dilediğince. Düşünsene bir kere; Sen gelmişsin mesela, ben penceredeyim, kar yağıyor sokak lambalarının pembeliğine... Ya da bir bahar sabahı odanın camını açıyorum, portakal çiçeklerinin kokusuyla birlikte senin kokun da doluyor içeriye... Birbirinin aynı olan günlerden birinde okuldan eve dönüyorum sonbahar yapraklarını çıtırdatarak, sen kapıda bekliyor oluyorsun örneğin. Göz göze gelip gülümsediğimiz anların fotoğraflarını çekiyorum. Sarıldığımızda duyumsadıklarımı hücrelerimin hafızasına kaydediyorum. Kokunu şişelere doldurup raflara diziyorum. Varlığın başımı döndürüyor, sana sarhoş oluyorum. Sadece sana bakmak, sadece seni görmek, sadece seni dinlemek istiyorum. 
Aklım her seferinde hasretinin kurduğu tuzaklara düşüyor. Kafamı nereye çevirsem saçların, bakışların; aklımı nereye yöneltsem fikirlerin, düşlerin var. Bu bekleyişten bir gün vazgeçecek miyim merak içerisindeyim. İmkansızlığın yanı başında hayattan bir güzellik beklemenin umudu ışıldıyor. Bu umut da biterse anlamsızlıklar içerisinde, amaçsız bir güz yaprağı gibi savrulacağım. Ya da gelirsen, eğer gerçekten gelirsen bir gün, seni bu kadar sevebilecek miyim, bilmiyorum... Beklemek güvenli limanım benim, umudum hep var ve sen hayallerimin uçsuz bucaksızlığında benimlesin. 
Yalnızlığın kederi, dönüşünün hayali, yarının ümidi birbirine karışıyor bazen. Derin nefesler almak, göğsümde sıkışan soluklardan, zamansız tükenişlerden, tüm bekleyişlerden kurtarmak istiyorum kendimi. Ev çok eskidi artık. Yılların ağırlığını taşıyan kirişler geceleri benimle konuşuyorlar. Bastığım yerler inliyor, tesisat öfkeli her an patlamaya hazır. Hüzün, yokluğunun resmini astığım duvarlara yakışıyor en çok. Kapılar ve pencereler ise en umutlu olanları aralarında. Gıcırdayarak açılıp kapanan ve her seferinde bir müjde muştulayan... Bırakıp gidemiyorum bu evi... Eğer gidersem beni bulamazsın ki... Burada bekleyeceğim seni, olmamışlığın acı tadında, olamayışın bunaltıcı huzursuzluğunda, varlığın ile yokluğunun buluştuğu bu evde. 

Not:İllüstrasyonlar Pascal Campion' a aittir.

Haftanın Günleri

$
0
0
Salı günlerinden nefret ediyorum. Çünkü o gün annemle birlikte pazara gitmek bizim görevimiz. Çünkü evde yaşayan dokuz kişiyiz ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için her şeyden fazlaca almalıyız. Bazen tek seferle de bitmiyor ihtiyaçlar, iki sefer yapıyoruz. Lisedeyim ve o günlerde elimde pazar torbalarıyla arkadaşlarımla karşılaşmaktan hoşlanmıyorum. Özellikle de kızlarla. Biz kan ter içinde yüklerimizi taşımaya çalışırken, onların küçümseyen gözlerle bize baktıklarını hissediyorum. Annem ise o günlerde benim aksime çok neşeli olur. Evden çıkınca komşularla selamlaşır, sohbet eder. Mutlu bir ivecenlikle pazar listemizi ve para cüzdanını koyduğu yeri kontrol eder. Bozukluklarını koyduğu ayrı bir fermuarlı küçük çantası da vardır. Pazara varınca önce tüm pazarı baştan aşağı dolaşırız. Ne, nerede ve ne kadar... Ben bu kısmı hiç sevmem, keşke pazarın girişinden ne alacaksak hemen alıp, dönsek, derim. Bir de müdavimi olduğumuz tezgahlar vardır. Meyveleri aldığımız yer belli, patatesleri aldığımız belli. Onlar 'hoş geldin abla' derler anneme. Annem de bazen 'bak geçen hafta patateslerden biri çürük çıktı, bir daha olmasın der.' O zaman poşeti tarttıktan sonra bana uzatırlarken, içine fazladan bir tane daha atarlar.
Yaz ve kış, ilkbahar ve sonbahar bu rutinimiz hep devam eder. Annemin neşesi bana güç verir. Kendimi o kadar güçlü hissederim ki o günlerde, en ağır poşetleri ben alırım. Karpuzun büyüğünü seçtiririm. Nasıl taşıyacağız oğlum, sorusuna tahammülüm yok, taşırım ben. Annem bazen 'domates kaça' diye sorar, pazarcı 'üçe' diye cevap verir. Biz yürüyüp uzaklaşırken arkamızdan bağırır: 'abla iki kilosu beşe olur, gel al'. Annem hiç oralı olmaz, arkasını bile dönmeden gururla uzaklaşır oradan. İşte ben o anları çok severim. Ya, aklın başına geldi ama artık çok geç, diye geçiririm içimden. Pazarcılara karşı öfke doluyum. Anneme en ufacık bir yan bakacaklar diye ödüm kopar. Ters bir laf edecekler diye yüreğim ağzıma gelir. Peşinen hepsine tehditkar ayağınızı denk alın bakışları atarım.

Karşı komşumuz pazara tek başına gider. Bir arabalı çocuk tutar. Çocuk tüm pazarı onunla birlikte dolaşır. Aldıklarını o el arabasına doldururlar. Sonra eve kadar getirip, yukarıya çıkarır alınanları ve parasını kazanır. Ama bizim bunu yapmamıza gerek yok çünkü ben varım. Yorulsam da kendimi çok güçlü ve işe yarar hissettiğim o günleri bazen çok sevdiğimi düşünürüm ama sonra yine sevmemeye karar veririm. Eve dönüşte iki tane mola yerimiz var. Biri yol üzerindeki park. Annem orada durup mutlaka dinlenir. Hiç acele etmeden banklara otururuz birlikte, ben bazen aldığımız mandalinalardan ya da üzümlerden atıştırırım. Bazen de insanların yüzlerine bakarım, hayatlarını anlamaya çalışırım. Hepsine birer hikaye yazar, birer dert uydururum. Kiminin çocuğu hasta, kiminin işi yok. Bu benim için çok kolay olur çünkü çevremde dertsiz insan yok. İkinci mola yerimiz bir yokuşun en orta yerindedir. Orada poşetleri yere koyar, ayakta daha kısa dinleniriz. Ben her seferinde kendimi test edip, daha uzakta mola vermeye çabalarım. Ta ki annem; 'oğlum dur artık, daha gidemiyorum' diyene kadar.
Pazar poşetleri o kadar ağır olur ki, sanki kollarım dirseklerimden ayrılacak sanırım. Bir de poşetler ellerimi keser. Ama kışın bu pek olmaz çünkü eldiven giyerim. Eve yaklaştıkça poşetler ağırlaşır. Sonlara doğru ellerimin ve kollarımın acısından o kadar hızlı yürürüm ki annem bana yetişemez. Alnında boncuk boncuk terleriyle; 'Sen hızlı git, ben dinlene dinlene gelirim', der. Bedensel acılara şerbetliyim, zihinsel acılarımla ise baş etmem güç.

Anneme haşlamalık mısır aldırmaya bayılırım bir de. Haşlamalık mısırın püsküllerinden kardeşim bebeğine saç yapar. Simitsiz eve hiç gitmem, annem bu huyumu çok iyi bilir. En son eve yakın fırından dört simit alırız. O fırından aldığımız simitlerin kokusu eve varana kadar benimle flört eder ama dayanırım, asla yemem. Eve dönünce hemen çay koyarız. Annem pazarlıklar dolaba girmeden, domates, salatalık, peynir, zeytin, simit ve çay ile sofra kurar. Yediğim tüm her şeyden güzeldir o sofrada yediklerim. Kardeşimi dizime oturturum, zaten hayatta durmaz illa gelip kucağıma oturacak. Kulağıma fısıldar, mısır aldırdın mı abi, diye... Annemin bize sevgiyle bakan gözleri, benim içimi taşırır.
Babaannem ve amcamlar aldıklarımıza kusur bulacaklar diye korkarım en çok. Eğer babaannem derse ki, patatesi yine kalın kabuklu almışsınız, annemin yüzü hemen asılır. Ya da amcam keşke kayısıyı şekerpare alsaydın yenge, diyebilir. O zaman da annemin üzüldüğünü hissederim ve hemen lafa karışırım, şekerpare yoktu ki, derim mesela. Bu kez de babam çok sert bakar bana ve annem eğer bu bakışı yakalarsa gene üzülür.  Annemin bir öpücüğü, kardeşimin bir gülücüğü için yapamayacağım şey yoktur. Annemin üzülmediği senaryoları düşünürüm geceleri. Düşlerim hep annemin mutluluğu üzerinedir. Ne hor görülme, ne aşk acısı, ne baba baskısı, ne üniversite sınavı beni üzer, annemin göz yaşı kadar. 
Pazartesileri apartmana sütçü gelir. Komşular birbirlerine haber verirler. Sütçü geldi diye. Tüm kadınlar tencereleriyle aşağı iner. Sütü gidip ben almayı severim çünkü eğer şanslı günümdeysem, beklerken üç numaranın kızını görebilirim. Annem bazen beni gönderir ama tembih eder, dökmeden getirebileceksen git, der. O zaman önce aynada saçlarımı ıslatır, şöyle bir kendime bakarım. Çoğunlukla beğenirim kendimi, yakışıklısın oğlum, derim. Eğer kendimi beğenmişsem, Aysel' i de görmüşsem, sütçünün beş beş iki tencereye üleştirdiği sütleri, dördüncü kata iki seferde kuş tüyü gibi taşırım. Biz on kilo süt alırız. Yedi kilosu ile yoğurt, üç kilosu ile sütlaç yapar annem. Sütün kaymağını kardeşim ve bana ayırır mutlaka. Sütün pişerkenki o kokusu hiç burnumdan gitmez. Süt günleri, pazar günleri kadar telaşlı geçer.

Pazar günleri banyo ve çamaşır günümüzdür. Banyo kazanı o gün yakılır, dokuz kişinin kirlileri ve dokuz kişi o gün yıkanır. Bir kirli çamaşır dağı, döne döne erirken, diğer tarafta sıkılmış dümdüz temiz çamaşır dağı oluşur. Annem ve yengem tüm gün mahvolurlar, akşama kımıldayacak halleri kalmaz. Onları görünce kendi kendime söz veririm, işe girdiğimde ilk olarak taksitle bir otomatik çamaşır makinesi alacağım diye. Eğer hava güzelse çamaşırları ev üstüne asarlar ama kötüyse onların kuruması çok zor olur. O gün evde yemek pişmez, kimse bundan şikayet etmez, ekmek arası ile idare ederiz.  
Bazı yaz geceleri ev üstüne çıkarım. Sırt üstü uzanıp, gökyüzüne bakarım. O an kaç kişinin sırt üstü uzanıp, aynı yıldızlara baktığını merak ederim. Evrenin büyüklüğünü ve benim kapladığım alanı ölçeklendirmeye çalışırım. Şehrin insanlarını düşünürüm, gündüzün kalabalığını, gecenin tenhalığını, onca insanın böcekler gibi bir kapının ardında yok oluşlarını. Bir bunaltı kaplar içimi; ben deyim iç sıkıntısı, anneme göre rahat batması, babaanneme sorsan inanç yoksunluğu, siz deyin varoluş kaygısı.. Böyle zamanlarda üç kötü düşüncem, bir iyi düşüncemi götürür, hissederim. Hiçbir modern teorinin, profesyonel stratejinin, psikoloji bilgisinin, akademik eğitimin çare bulamayacağı bir girdap olur düşüncelerim, hep daha derinlere battıkça batarım.

İllüstrasyonlar: Avogado6 Art' a aittir.

Üç Dilek

$
0
0
-Esma Hanım sizinle iki dakika dışarıda görüşebilir miyiz?
-Geliyorum...
...
-Sabah sabah ne bu telaş...
-Esma yeminlen bak gördüm diyorum kız.
-Ya Ceren emin misin bak geçen sefer de öyle demiştin, çocuk şehir dışındaymış.
-Bak bana şu gözlerimi görüyor musun, işte onlarla bizzat gördüm.

Yüksek katlı plazaların açılmayan camlı, yapay havalandırmalı şirketlerinden birinde çalışıyorum. Oturduğum masadan sadece sonsuz gökyüzünü, bulutları ve bazen de kuşları görebiliyorum. Her şey o kadar suni ve samimiyetsiz ki... Işıklandırma, havalandırma, ısıtma, masalar, sandalyeler... Ve tabi insanlar, aslında oldukları kişiye ne kadar uzak olduklarını hissedebiliyorum. Bazen camı kırıp taze havayı ciğerlerime doldurmak, hepiniz yalancısınız diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Meetingler, trainingler, timelinelar artık midemi bulandırıyor. Kendi dilimi konuşmak istiyorum ama dışarıdan bakıldığında onlardan biriyim, öyle olmak zorundayım. 

Samimi ilişkiler kurmak, iş dışında görüşmek kurumsal şirket etiği nedeniyle yasak. Eğer yakınlık duyduğunuz birileri varsa ilişkilerinizi kimseye fark ettirmeden yürütmelisiniz. Bu nedenle işini kaybedenler de olduğu için belki, hepimiz özen gösteriyoruz. Güvendiğimiz insanlarla gizli saklı buluşmalarımızda, şirket çalışanlarını baştan aşağı masaya yatırmak ise en büyük eğlencemiz. 
-Esma Hanım öğle yemeğinde bana eşlik ederseniz, sizinle aldığımız son ihalenin detaylarını konuşmak istiyorum.
-Peki Ceren Hanım.
.....
-Tamam Ceren anlat tüm detayları duymak istiyorum, hiç bir şeyi atlama.
-Başlıyorum :) Bizim üniversite grubuyla dün akşam değişiklik olsun diye tavukçuya gitmiştik. Ama köşe masalardan birindeyiz, pek görünmüyoruz. Önce Taylan geldi, oturdu. Gördüm ama selam vermedim, bulaşmayım şimdi diye bir yandan da takip ediyorum. Beş dakika sonra da Buse geldi. 
-Eee... Nasıllardı peki, yakınlar mıydı?
-Baştan tam anlayamadım. Uzak duruyorlardı birbirlerine ama gece ilerledikçe el ele tutuşmalar, kaçamak öpücükler... Tuvalete bile gitmedim fark etmesinler diye. Fotoğraflarını çekecektim ama sonra kıyamadım kız, ne olur ne olmaz, çok güzel görünüyorlardı çünkü.
-Vay bee... Bu sefer turnayı gözünden vurmuşsun. Buse' ye kılım biraz ama, ney-seeee...

Biri var ya da ben öyle sanıyorum. Toplantılarda giriş çıkışlarda gözlerinde insana dair, iyiliğe dair, içtenliğe samimiyete dair bir şeyler yakaladığım. Göz göze geldiğimizde ışıldayan, parıldayan bir şeyler. Yeni başlamış olmalı işe, hala içtenliğini dışına yansıtabildiğine göre. Geçen hafta adını öğrendim. Taylan: 1. İnce, kibar, güzel, uzun ve düzgün boylu. 2. Çok yağmur yağmasına karşın işlenebilir durumdaki toprak. Acaba o da ay çöreklerini seviyor mudur, diye düşündüm. Yağmur kokusunu, ağaç gölgesini, martı sesini... Dün tüm sosyal medya hesaplarımdan arkadaşlık isteği gönderdi. Hemen hepsini kabul ettim. Bu sabah: ''Lambadan çıkan cinden dileyeceğin üç dilek ne olurdu?'' yazmış. ''Egolarımdan arınma, kendime yetebilme, analitik düşünebilme.'' diye yanıtladım. Çok sıkıcı biri olduğumu düşünmüş olmalı. Ben ise onun masalsı bir dünyaya ait olduğunu düşündüm.

-Ya Esma inanamıyorum sana, yemekten sonraki toplantıda tavrın neydi öyle, bak daha fazla ileri gidersen ben bile toparlayamam seni. Buse' den ne istedin, kızın bir şeyden haberi yok ki...
-Cerenciğim neyden haberi yok, buz gibi de var yeni projeden haberi, saf ayağına yatıyor ondan sinirleniyorum.

Artık ofise girdiğimde gözlerim onu arıyor. Bir yerden çıksa da karşılaşsak istiyorum. Nihayet bu sabah: ''Bir kahve molanıza talibim.'' yazmış. Heyecanlandım, çok istedim, konuşmak, sesini duymak ama çok dikkat çeker, şirket içerisinde, bir cevap yazamadım. Yemek alırken göz göze geldik, gülümsedik. Dünyanın tüm iyiliği gözlerinden ruhuma aktı sanki. Sonra: ''Sizin belirleyeceğiniz bir yer ve zamanda kahve içmek istiyorum.'' yazdı.

Çok sık görüşür olduk. Kahve içiyoruz genellikle, onunlayken zaman sağanak gibi akıyor. Çok konuşuyoruz, anlatacaklarımız hiç bitmiyor. Şirket hakkında bilmediği şeyler anlatıp, onu şaşırtmayı seviyorum. Ve gülümsemesini... Sürekli bir şeyler planlıyoruz. Dünyayı birlikte gezelim, mehtapta şarap içelim, piramitlerde gün doğumu, Arizona' da gün batımı. Ama bu planlar şaka gibi daha çok, oyun gibi, ciddiye almıyorum. Yine de sahte duyarlılıklardan çok uzak, içtenliğe çok yakınız. Birbirimize güveniyoruz.

-Ceren, Buse ne yaptı az önce gördün mü? Resmen beni küçük düşürmeye çalışıyor milletin içinde. Kesin intikam için yaptı bunu... Şeytan diyor anlat her şeyi de görsün gününü.
-Esma abartıyorsun bence, bu kadar büyütecek bir durum yoktu. Ben de oradaydım. Bak kötü insanlar değil bunlar, bu kariyeri elde etmek için ne yollardan geçildiğini sen biliyorsun. İkisi de işinden olabilir lütfen sana anlattığıma pişman etme beni. 
Görünmemeye özen gösteriyoruz. Şirketten ayrı zamanlarda çıkıyor, fazla tercih edilmeyen yerlere, fazla tercih edilmeyen saatlerde gidiyoruz. Bu kaçamak buluşmalar heyecan veriyor bana. Sohbet esnasında, bu konu açıldığında, yaklaşan fırtınayı seziyoruz aslında. Yine de çocuksu çözümler, romantik önlemlerle geçiştiriyoruz hep. Hüznü birbirimizden uzak tutmaya çalışıyoruz. Dolunaylı gecelere, ilk yaz çiçeklerine, kar tanelerine tutunuyoruz. 

Hala birbirimizi sevdiğimizi söylemedik ama hayallerimiz, heyecanımız, umutlarımız nerede başlıyor nerede bitiyor kestiremiyoruz artık. Bir parça gerçek bir parça masal tadında yaşıyoruz her şeyi. Hayatımızdaki öncelikler listesinin ilk sırasında kariyerlerimiz var. Birer plaza yırtıcısı olmalı kimseye açık vermemeliyiz. Böyle bir şirkette böyle bir pozisyonu böyle bir sebeple kaybetmek intihar bizim için. Bu nedenle hayatta ölçülü, hesaplı yaşamak gerektiği üzerine sağduyulu, üstü kapalı konuşmalar yapıyor sonra yine bir masada baş başa buluyoruz kendimizi. 

-Sen yaptın di mi Esma? Sabah sana anlattıklarımdan sonra zıvanadan çıktın, kız neye uğradığını şaşırdı bak beni korkutmaya başladın. Her ne yapmaya çalışıyorsan durmalısın artık zaten terfiyi de Buse' ye vereceklermiş, yöneticiler toplantısında konuşuldu, benden duy istedim. 
-Sen dur daha Cerenciğim, ben son kozumu oynamadım henüz.
-Saçmalama Esma, Taylan için de istifa etmiş diye bir söylenti geziniyor, kendine gel lütfen. 

Uyandım, dışarıda ılık bir ilkbahar sabahı, bir aşk ihtimali esiyor dağlardan, denizlerden şehre doğru. Sırtımdaki ürpertiye bir şal gerekecek belki. Üstelik ofise gelip bilgisayarımı açtığımda terfi aldığımı ve yöneticimle görüşmem gerektiğini bildiren e-posta eşlik ediyor bir de sabaha. O kadar mutluyum ki, göğsümü ne kadar şişirirsem şişireyim bu haberin heyecanını yatıştıramıyorum. Evet istedim, çalıştım ve aldım, aferin bana. Ve Taylan: ''Çok düşündüm, çok tarttım, bir haberim var, akşam aynı yerde, saat sekizde.'' Aklım karışıyor. Ona terfi aldığımı söylemek için sabırsızlanırken, durduruyorum kendimi. 

Akşam bana istifa ettiğini, daha iyi bir pozisyon için farklı bir şirketle kontrat imzaladığını anlatıyor. Çok seviniyorum, tam o anda göz ucuyla Ceren' i fark ediyorum arka masalarda, bize bakıyor. Eğilip, dudaklarına bir öpücük konduruyorum Taylan'ın. Terfi haberini söylüyorum sonra büyük bir mutlulukla. Ellerimi tutuyor sımsıkı, birbirimize bakıp gülümseyebiliyoruz sadece. Bu kadar güzellik karşısında kanatlanıp, uçacağız sanıyorum. Ve o gece orada Ceren' in meraklı bakışları üzerimizde, Tanrılardan çaldığımız bu ateşi hiç söndürmemeye ant içiyoruz birlikte.

İllistrasyonlar: İgor Morski

2020' ye Veda (Nihayet)

$
0
0

Aslında ne kadar güzel başlamıştın 2020... Büyük heyecanlar, güzel planlar ve umutlarla. Bol bol geziye gidecek, ortaokul mezuniyeti ve LGS' ye hazırlanacak, sevdiklerimizle uzun uzun zaman geçirecektik... 

Bu sene Elif 13, Eren ise 12 yaşını bitirdi.
En başta her şey güzeldi. Doğum günlerimizi sevdiklerimizle kutlayabiliyorduk. 

Henüz tiyatroya gidebiliyor, müzeleri gezebiliyor, konser ve sanatsal etkinliklere katılabiliyorduk. Biz 2020' de en çok tiyatroya gitmeyi özledik. Elif ve Eren' le konuştuğumuzda salonlar eski haline döndüğünde daha sık oyun izlemeye karar verdik.

Evde resimler çizdik (Elif hiç beğenmese de ben onun çizimlerini çok beğeniyorum:) Biraz spor yapmaya, biraz okumaya çalıştık. Netflix ve diziler hayatımıza bu sene girdi.

Bir arada olamasak da zamanın bunu umursadığı yoktu ve hızla geçmeye devam ediyordu. Biz de kendimizi mutlu etmenin farklı yollarını bulmaya çalıştık. Açık alanlar ve sevgimiz bizi her şeye rağmen mutlu hissettiriyordu.

Grup görüşmelerine başladık. Uzakta da olsalar hayatımıza değer katanlarla sesli ve görüntülü konuşmak birbirimize yakın hissettirdi.

Elif 8. sınıf, Eren 7.sınıf öğrencisi oldu. Uzaktan eğitim ile tanıştılar ve televizyondan, telefondan, tabletten, bilgisayardan eğitim amacıyla faydalanmanın bocalamasını yaşadılar bir süre. 

Arkadaşlarını özlediler ve çok kısıtlı da olsa onlarla görüşmeye, dostluklarını sürdürmeye devam etmeye çalıştılar.

Aylar sonra virüs korkusu eşliğinde ilk kez dışarı çıktıklarında tedirgin olsalar da araya giren kısıtlamaların kalktığı yaz döneminde biraz rahatladılar.

Kuzenlerle geçen zamanlar her zaman olduğu gibi bu sene de çok eğlenceliydi.

Bunaldığımızda, sıkıldığımızda imdadımıza yakın çevredeki göller, ormanlar yetişti. Uzun yürüyüşlerde ruhumuzu onarmaya çalıştık.

İyi ki yapmışız dediğimiz anılarımıza bazı güzel anlar daha ekledik. Pandemi öncesi sömestre tatilini Bursa' da teyzemiz ve oradaki kuzenlerimizle geçirdik.

Bu senenin en muhteşem yanı 23 Eylül' de aramıza katılan son kuzenimiz İda Güneş oldu. Onu göremesek de video ve fotoğraflarından büyümesini an be an izledik. 

Boylarımız uzamaya devam etti, bizler de büyümeye... Bu sene evde çok sıkıldık, hareketsiz kaldık, arkadaşlarımızı, sokakları, okulumuzu özledik. Ancak yine de tüm olumsuz koşullara rağmen 2021 de maskesiz, endişesiz, bol gezili, bol etkinlikli günlerin hayali ile ağacımızı süsleyip yeni yılı beklemeye başladık. 

Koşarken Düşürdüklerim

$
0
0
Seni gördüğümde ne kadar hüznüm varsa bir çığlık olup, kuş sürüsü gibi çıktı ağzımdan. Yokluğunda yaşanmış acılarım boşlukta bir kırbaç gibi çınladı zihnimin karanlığında. Geçmişe silah çekmiş zaman, bir buğunun dağılışı gibi çekildi havadan. Sanki hiç ayrılmamış, hiç gitmemiştim kıyılarından..

Satılık zamanların, kiralık hayatların, çıkarcı birlikteliklerin bedelini, kutsanmış liralar ile ödemeye başladınız. Ayağınızı yorganınıza göre uzatmayı ezber etmişken, arzularını neye göre uzatacağınızı hiç sormadınız. İstekleriniz ve hayalleriniz de hayatlarınız kadar sıkıcıydı. En zor sınav ise gerçekleri görebilen ancak görmezden gelenlerinize düştü. Onlar; Kaderin biçtiği ömrün, yazıldığı gibi okunmadığını fark etmelerine rağmen, içlerinde bitmek bilmez sorular ile gizli ittifaklar yapıp, hapishanelerinin koşullarını iyileştirmeye razı gelenlerdi.  Soruyorum şimdi sizlere; Yaşayabileceğiniz tüm heyecanlara yetmiyorken nefesiniz, kötü ihtimaller denizinde boğuluyorken hevesiniz, anları uzatabilmek uğruna nelerden vazgeçebilirsiniz?
Sadece bir kaç saniye iken aklımın gözlerine uzaklığı, aramızdaki mesafeleri kim açıklayabilir. Nasıl avutacağız kendimizi; Bir çıkmaz sokaktan, aydınlığa açılan bir yol bulmak umudu ile, yaşayıp da pişman olmanın karşısına, yapmaya cesaret edemediklerimizi koyduğumuzda?

Soruyorum şimdi sizlere; Çok konforlu hayatlarınız, bol sıfırlı banka hesaplarınız ve hep bir ağızdan yaptığınız ahlak hocalığınız ile yarattığınız kolaycı cennetlerinizde, inancınızı sorgulamayı bile unutmuşken ve yaşamaya en yakın yanınız nefes alıp vermekten ibaret kalmışken kendinizi iyi hissediyor musunuz?
İçimde bin uçurum var, hangisine düşsem sen varsın. Koşarken düşürüyorum birer birer anılarımı. Düşlerim nereye düşse, gözlerin oluyor tüm gerçek dediklerim. Peki ya sen nereye saklardın yüreğini? Kalbinin kıpırtısını duymamak için, onu denizi ve gökyüzünü göremeyeceği nereye kilitlerdin? Yüreğini aydınlığa çıkarmaktan sen de korkma hiç. Ben karanlığa hapsolmaktan isyankar benliğimi, gerçeklik tavında dövülmesi için çıkarıyorum yeryüzüne...

Küçük küçük evlerinizin içine büyük büyük kederler sığdırdınız. Mobilyalarınıza toz konmasın uğruna üzerlerini çaresizlik, umutsuzluk ve kabullenişlerle süslediniz. Gün sonu tutanaklarınızı ihtiyaçlar hiyerarşisinin en altlarına kanaat edip, öyle imzaladınız. Dört odalı, çok metrekareli yaşam alanları satın almaya çalışırken ömürlük banka kredileri ile ruhunuzu sattınız. Özgür ve güçlü olduğunuzu düşünürken kendinizi tutsak edip, mutluluğu dışarı kaçırdığınızı anlayamadınız.
Bizi anımsatan bir ezgi ilişirse kulaklarına, bir yıldız kayarsa örneğin ya da beklenmedik bir gökkuşağı çıkarsa ve her şeye rağmen yüreğin inadına çırpınıyor ise hala ait olduğu yere gidebilmek için, lütfen umudunu yitirme.

Ben uydurmadım ki tüm bunları... Hepsini kalbim söyledi. Hiçbir kalıba sığdıramadığım asi ruhum kaleme aldı. Hissettikleri ile cesur yürekler yaptı editörlüğü ve ilk teneffüs zili ile sınıflarından taşıp, okul bahçesine saçılan, hala sıcak kalpleri, körelmemiş sevinçleri, kirlenmemiş gözleriyle umutlu çocuklar okudu.

Not: İllüstrasyonlar Arghavan Khosravi

Yardım Et Anne

$
0
0

Tam aşkımı ilan edecektim anne, bunu hayal etmiş, aynanın karşısında çalışmış ve yapmaya karar vermiştim. Yaklaşık bir yıl önceydi, pandemi işte o zaman ilan olundu. Önce okullar tatil oldu, sonra sınıfça gideceğimiz resim sergisi ve Kapadokya gezisi. 

 

Sistemde bir açık yakaladım ben anne! Sistem toplumsal değerler saldırısına uğradı, insanlık tarihi toplumun üzerine çöktü. Şairleri ve şiirlerini unutmaya başladığımızda, siber güvenlik duvarlarımıza da eş zamalı saldırıların başladığını söylemeye çalışıyorum. Benden başka kimse göremiyor mu bunları? Şiir diyorum anne şiir, en son ne zaman bir şiir kitabı aldın, anımsıyor musun? Peki sen hiç şiir yazdın mı ya da sana şiir yazan oldu mu anne? Sana seni anlatan, sana senin yansımanda kendini anlatan biri oldu mu hiç hayatında?

 

Tüm matematik problemlerini çözebiliyorum aslında ama hep uzun yoldan çözüp, çok zaman kaybediyorum. Zamanı yetiştiremiyorum ben. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp, üçer üçer inen çocuğun içinden söylediği şarkıya karar veremeden daha, arkadaşlarım toplam merdiven sayısını bulmuş oluyorlar anne...

Merak ediyorum, sürekli baktığınız ve tüm dünyayı içine sığdırdığınızı sandığınız ekranlarınızda, var mı bir insan sıcaklığı, bir ağaç gölgesinin serinliği ya da ekmeğin buğusu? Her ekran birer solucan deliği sanki, girenleri yutuyor anne. Zaman çok önemli, bırak şu akşamlarını öldüren o dizileri izlemeyi. Hayal et anne, düşün... Ya hiç vaktimiz kalmadıysa istediklerimizi yapmaya... Ertelemek çare değil, ben çok geç kaldım aşkımı ilan etmekte, sen yaşamakta geç kalma anne. Kamerasını bile açmıyor derslerde artık, yüzünü unutacağım neredeyse...

 

Bak anne anlatacağım sana; Sene başıydı, onu fark ettiğimde orman yeşili gözleri ile aramızda koyu, derin bir nehir akmıştı. O an donakalmış, bakışlarımı ayıramamış, çok utanmıştım. Sonra tuvalete kaçmış, duvara yumruk atmıştım. Yetmemiş kendimi sağanak yağmur altında ıslatmış, sonra Ayı Osman' a sataşıp, kendimi hırpalatmıştım. İşte aşkım tam olarak böyle başlamıştı anne.

 

Bana normal değilim diye çok kızıyorsun, biliyorum. Kim normal ya da kim değil, nereden bilebiliriz ki? Beni böyle sev anne... Sen hiç çalıların rüzgarda sürüklenişine kızan bir kaya gördün mü? Peki ya daldan düştüm diye ağaca küsen bir elma? Aşık bir hindibaya rastladın mı ya da nefret dolu bir ayrık otuna veya tembel bir sarmaşık ya da söz dinlemeyen bir yoncaya? Böyle şeyler hiç olmaz, doğada sukunet olur, kabulleniş olur, kimse neden diye sormaz ve olabileceğinden fazlasını beklemez anne.. Lütfen sen de kızma artık bana.

 

Belki de mağaralarımızdan hiç çıkmamalıydık. Arılar kovanlarından çıktı mı, ya kuşlar yuvalarından, karıncalar gökdelen inşa etmeye kalkıştı mı? Teknoloji geliştikçe insanlık geriliyor anne. Tabiat ana bizi evlatlıktan çoktan reddetti. 


Artık örselenmiş ruhuma anlattığın masallar, söylediğin ninniler beni teselli etmiyor. Pamuk ipliğine bağlı mutluluğum en ufak bir sarsıntıda, bir saatin sarkacı gibi sallanıp duruyor. Bir yama yapıp geçmişi onarabilir misin anne? Vahşi insanlığın çirkinleştirdiği bu gerçekliği, digital bir yama ile düzeltebilir misin? 'Artırılmış sanal gerçeklik' ten bahsediyorlar bana... Neresinden tutsam elimde kalıyor bu söylem. Zaten gerçek olanı nasıl artırabileceklerini düşünüyor bunlar? Gerçek gerçektir, sanal gerçekleri reddediyorum ben anne. 

 

Şu iki tam bir öğrenci çaresizliğime, mutfaktan gelen kızartma kokusu ile umut olabilir misin? Bir hayal çöplüğü, düşünce kirliliği oldu geçmişim, affedemiyorum bizleri. Ya yanlış zamanda doğmuşum ya da benim tarihim yanlış yazılmış anne. 

 

Şimdi gidiyorum ama geri döneceğim. Cebimde ne telefonum var, ne cüzdanım, ne de anahtarlarım... Kapıyı çalarsam, açar mısınız anne? Eğer bir gün kim olduğumu unutursanız; cebimde taşıdığım renkli taşlardan, deniz kabuklarından ve ay çöreği kırıntılarından tanıyın beni.

Not: Uzun pandemi sürecinde ruhundan örselenen gençlerimizin ağzından bir yardım isteği olarak kurgulanmıştır.


Zengin Mutfağı-Das Das

$
0
0

 




İki perde

110 dakika

13 yaş ve üzeri

Cumhuriyet tarihinde görülmüş en büyük işçi hareketi olan 15-16 Haziran 1970 olaylarının zengin bir ailenin mutfağına yansıması.


Hizmet etmekten başka bir şey düşünemeyen köşk çalışanları da gözlerinin önünde gelişen olaylar karşısında kayıtsız kalamayacaktır. Toplumdaki değişimden her biri kendi payına düşeni alacaktır.


Vasıf Öngören’in bu olayları eğlenceli bir biçimde aktardığı oyun, tiyatro sahnesinde defalarca yorumlanmış ve beyazperdeye de uyarlanmıştır.


1978 yılında ilk kez İstanbul Şehir Tiyatrolarında bu oyunda aşçı Lütfü Usta’yı canlandıran Şener Şen, 40 yıl aradan sonra aynı rolde ve genç bir oyuncu kadrosuyla tekrar sahnede.


Zengin Mutfağı, Vasıf Öngören'in 1977'de yazdığı tiyatro eseridir. Eser, epik tiyatronun Türkiye'deki önemli örneklerinden biri kabul edilir.


Geçen zaman süresinde izlediğim ancak paylaşma fırsatı bulamadığım oyunların en azından isimlerini anarak başlamak istiyorum. Devlet Tiyatrolarının yaz dönemi açık hava gösterimleri arasında 'Sonsuzluk Kitapevi' ve 'Aşık Veysel' oyunlarını izleme fırsatı bulabildim. Zengin Mutfağı Ankara turnesi benim için kaçırılmaması gereken bir fırsattı kesinlikle. 20 Eylül akşamında PanoraPark' ta açık havada, pandemi koşullarında ve sahneye uzak olsa bile ömürlük bir lezzet aldığımı söyleyebilirim. Bonnus olarak muhteşem bir dolunay gökyüzünde bize eşlik etti o akşam.


Zengin Mutfağı, ilk olarak 1977'de İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Başar Sabuncu yönetiminde sahnelendi ve başrolde Şener Şen oynadı. Aralarında İsmet Küntay Ödülü de bulunmak üzere çeşitli ödüller alan oyun 1980'de aynı ekip tarafından sinemaya da aktarıldı.


Devlet Tiyatroları tarafından 1994-1995 sezonundan itibaren çeşitli defalar sahnelendi. 2012-2013 tiyatro sezonunda yazarın kızı Aslı Öngören yönetiminde İstanbul Şehir Tiyatroları'nda yeniden sahnelendi.



1988 yapımı sinema uyarlaması da bulunan yine eski pehlivan kıdemli ahçı Lütfü Usta' yı Şener Şen' in canlandırdığı tiyatro tadındaki film de dahil olmak üzere; 1977 den 2021' ye kadar 44 yıl boyunca güncelliğinden kaybetmeyen başarılı metnin, hafızalardan hiç silinmeyecek bir deneyim olmasının en büyük mimarı şüphesiz Vecihi, Badi Ekrem, Züğürt Ağa ve sayısız karaktere imza atan büyük usta Şener Şen ve inanılmaz oyunculuğu.


Oyun 1978 yılında Fatih’te İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncuları tarafından prova edilirken oyunculara bir bombalı saldırı gerçekleşti. Saldırı sonucunda Fatih Şehir Tiyatrosu’nun yan sahnesi havaya uçtu. Oyunun 2012’de Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendiği sırada “faşizm eleştiriliyor” gerekçesi ile bazı seyircilerin küfürlü saldırısına uğradı.



Sahne Şener Şen' in izleyiciye sorduğu bir soru, karar verme arifesinde yaşadığı ikilem ile açılıp, anlatayım da bakın siz karar verin, şeklinde gelişip yine finalde aynı soru ile kapanıyor. Ancak anlıyoruz ki karar aslında zaten verilmiş bir karar... Son replikte izleyiciye balyoz gibi inen "İnsan kimlere hizmet ettiğini iyi düşünmeli?" repliği Lütfü Usta ile vedalaşmayı imkansız hale getiriyor diye düşünüyorum.


Kerim Bey' in mutfağında yıllarca adaletine sonsuz güven ile her türlü isteğini sorgusuz baş üstüne etmiş Lütfü Usta, Almanya' dan gelen eğitimli köpekler ve köşke sığınmacı olarak girip büyük bir karakter değişimi yaşayan Selim' den daha az değerli olduğunu fark ettiğinde aslında ayrılma kararını da zaten vermişti bence.   



Oyunda pek çok kez yinelenen ”Ya bizdensin ya onlardan. Ya bizdensin ya da karşı taraftan, ölçü budur” repliği, toplumun nasıl da uzun süredir keskin bir çizgi ile ayrıştırılmaya çalışıldığınn çarpıcı bir örneğiydi.


Zengin bir evin mutfağından, 15-16 Haziran 1970 işçi hareketi olaylarına bakışımızı sağlayan Zengin Mutfağı, ilk sahnelenişinin üstünden yıllar geçse de güncelliğini kaybetmeden alkış almaya devam ediyor.


Büyük ustalar iyi ki varlar çok az kaldılar, uzun ömürler, bol alkışlar diliyorum...

Kadınlarımız

$
0
0

KADINLARIMIZ ANKARA - DTBüyük Oyunu
2 Perde - 1 saat 45 dakika
Yazan Eric Assous
Çeviren Anıl Dursun
Rejisör A. Sinan Pekinton
OYUNCULAR:
Paul: Alper Tazebaş
Simon: Ötüken Hürmüzlü
Max: Esat Tanrıverdi
OYUNUN KONUSU
25 yıllık dostlukları olan Max, Paul ve Simon, poker oynamak için Max’ın evinde toplanırlar. Simon, kırk beş dakikalık gecikme ve evin salonuna bomba gibi düşecek bir haberle gelir. Dostluklarını sorgulayacakları bir yüzleşme başlar. Hayatlarındaki kadınlarla yaşadıkları sorunlar, mutsuzluklar, dostluklarındaki sorgulamalar ve ikilemler… Üç dost, bu gece birbirlerini yeniden tanıyacak, hayatlarında yeni bir döneme başlayacaklardır…


Tıpkı eski günlerdeki gibi... Ankara' da bir sonbahar gününün sonunda bir tiyatro akşamı, Şinasi Sahnesi.. Pandemi etkilerinin hala hissedildiğini, girişte aşı kartı kontrolünün yapıldığını ve aralıklı oturma düzenini saymazsak fazla birşey değişmemiş. Ankara tiyatro izleyicisi üniversitelerin de açılması ile oldukça genç bir kitle. Geçen süre boyunca açık havada izlenen yazlık tiyatro ve bazı özel gösterimleri saymazsak neredeyse hiç sahne görmemenin özlemi fark ediliyor atmosferde... Bilindik melodi ile yapılan 'oyunumuzun başlamasına beş dakika kaldı' anonsu bile herkesi gülümsetmeye yetiyor. Sahnenin kararması ile nefeslerimizi tutup, başka insanların hayatlarına misafir olmaya başlıyoruz.


Sahne modern bir açık mutfak dekoru ile karşılıyor bizi. Önde koltuk takımı sağ taraf mutfak ve bir masa ile. Ev sahibi radyolog Max (Esat Tanrıverdi) ve doktor arkadaşı Paul (Alper Tazebaş)'ı görüyoruz aydınlanan sahnede. Paul çok sakin bir şekilde masada otururken, Max sinirli, telaşlı ve sabırsız bir şekilde yirmibeş yıllık dostluklarının üçüncü kişisi olan kuaför iş adamı Simon (Ötüken Hürmüzlü)'ı beklemektedir. Haftalık rutinler şeklinde bir araya gelip içki eşliğinde poker oynayan üçlü için o gece farklı bir gecedir çünkü Simon buluşma saati hayli geçmiş olmasına karşın gelmemektedir. Geldiğinde ise onları büyük bir şok beklemektedir.


Konunun dinamizmini ve metni beğendiğimi söyleyebilirim. Yönetmen koltuğundaki Sinan Pekinton' un kadın cinayetleri ve alınan cezalara yönelik eleştirel yaklaşımını doğru açıdan ve dozunda bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca konunun izleyiciyi içine aldığını ve 'ben olsaydım ne yapardım' sorgulamasını kaçınılmaz kıldığını düşünüyorum. Üç erkeğin de birbirinin yaşantısına hakim olduğunu, birbirlerinin eşlerini ve Max' in sevgilisi Magali' yi çok iyi tanıdıklarını oyunun ilerleyişinden anlayabiliyoruz. Erkeklerarası bir dedikodu akşamı havasında başlayan diyaloglar zaman ilerleyip, karar verme zorunluluğu ve  gerilim arttıkça derinleşerek, kendilerini, yaşantılarını ve hayatı kökten sorgulayacak bir düzleme evriliyor. Evlilik, arkadaşlık, ebeveylik, dostluk, iş ve statü, adalet duygusu, fedakarlıklar, erdemler, suç aklama gibi pek çok temada alçalıp yükselen, yumuşayıp sertleşen sorular ile çok başarılı bir örüntü oluşturuluyor. Arada küçük durum komedileri ile de alt notalara eğlenceli sekansların serpiştirildiği oyunun izleyiciyi tatmin ettiğini düşünüyorum.

Gece sabaha bağanırken üç arkadaş için artık pek çok şeyin değiştiğini ve artık hiç kimsenin eskisi gibi olamayacağını anlıyoruz. 


Aklımızda kalan replikler:
İnsanları belli bir noktaya kadar tanıyabilirsin.
Max: Magali’yle her şey bir tartışmaya dönüşüyor. Kadının buna yeteneği var. Havadan sudan konuşurken bile bir bakmışsın ortaya koskoca bir dram çıkıvermiş.
Paul: Ben eşek gibi çalışıyorum ama o, kendi köşesinde! Huzurlu bir ilişkimiz var demiştim, ya. Huzurludan da beter, resmen ölü. Sıfır iletişim.
Simon: Artık bir cinsel hayatımız olmamasına rağmen haftada altı gün spor yapıyor; jogging, yüzme, karın-kalça egzersizleri… Tüm bu çaba boşuna değil, herhalde. Mutlaka birilerinin işine yaraması gerekiyor.

 

Oyunculukları genel anlamda başarılı ve inandırıcı bulduğumu sadece Esat Tanrıverdi' nin sık tekrarlayan dil sürçmelerinin izleyici rahatsız edebileceğini düşündüğümü söyleyebilirim.

 

Ben tiyatro izleyici koltuklarını ve bu izlenimleri paylaşmayı çok özlemişim. Umarım harika bir sezon olur. 

İyi seyirler!

 

Not. Bir önceki yazıma yapılan yorumların teknik bir neden ile geri dönüşü olamayacak şekilde silindiğini ve bu konuda üzgün olduğumu söylemek istiyorum.

Ve tik tak...

$
0
0

Görüyorum ki silahsızız hepimiz.. Ve şayet olsaydık Kafka' nın dediği gibi silahlarımız beynimiz olmayacaktı. Silah tamamen bedenimizin dışında, aklımızın ve bizim dışımızda. Ateş edip duran, kazdığım siperlerde beni bulan, gaz bombaları ile soluğumu tutan düşman 'zaman'. Saatler, dakikalar ve saniyeler. Ve tik tak...

Her geçen gün, giderek derinleşen ve koyulaşan bir kuyuya gömülüyorum sanki. Haftalar üzerime toprak atıyor, aylar, mevsimler birikerek durmadan basıncı artırıyor. Giderek taşıdığım yükün ağırlaştığını hissediyorum, öyle ki parmağımı kıpırdatacak, gözlerimi açıp kapayacak kadar bile yerim kalmadı sanki. Burada sıkıştım ben. Ve tik tak... 

Dün bir ağaçkakan sesi duydum, çok baktım ama göremedim dalların arasında. Ne senkronize ne azimli, ne hayranlık uyandırıcı bir ses. İnancı uğruna, durmaksızın, hiç ölmeyecekmiş gibi, tereddütsüz çabalıyor, tiktaktiktak... Keşke ben de biraz inanabilsem. Tüm kaslarımı yerçekimine, tüm saç tellerimi rüzgara ve bedenimi bu sürüklenişe teslim edebilsem. Çabasız, zahmetsiz, düşünmeden zamanın içinde akabilesem. Ve tik tak...

Küçüktüm, çok koştum, çok oynadım, çok susayıp, çok acıktım. Dünya kocaman bir dondurmaydı, hepsini yalayıp, bitirmek istedim. Öyle büyüktü ki ben bitiremeden o eriyip kayboldu. Şimdi yapışkan, koyu, ıslak bir sıvının içerisinde yüzer gibiyim. Askıda gibi, ne yukarı çıkar, ne dibe çöker. İşine gider, evine döner. Ve tik tak... 


Yere düşen ekmeğimi üfleyerek temizleyebildiğime inandığım günleri özlüyorum. Kirlenen ruhlarını nefesleriyle temizleyebildiklerine inananların çocuksu ama hafifleten inancı gibi, yaptığımız kötülüğü unutana kadardır tövbeler. Herkes seni suçladığında masumiyetine tutunmak ne kadar zorsa, kimse seni suçlamıyorsa masumiyetine inanmak o derece kolaydır çünkü. Hangimiz masum kalabildik günlerimizi öğütüp duran zaman karşısında? Ve tik tak...

Arayışlarıma, hayallerime bir rota belirleyemedim hiç. Asıl karanlığın gözlerde değil daha içerilerde olduğunu hissettim ve içimdeki ışığı izledim bulabildiğim kadar. Samimiyetsiz sevinçler, göstermelik coşkular, ahlak ve erdem şovlarından uzak tuttum yönümü. Yapılan iyiliklerin insanların kendi egosunu büyütebileceğini geç anladım. Oysaki her eylem sadece kişinin kendi tercihi olmalıydı. Yoksa herkesin yutkunup yutamadığı, kursağımda kalan bir hevesi, bir hayal kırıklığı olacaktı. Ve tik tak...


Hayaller kurmayı seviyorum hala, ucu kanadı gerçeğe dokunacak hayaller. Hayallerimde her şeyim var. Umutlarım, gün doğumlarım, gün batımlarım, melankolik hüzünlerim, iç çekişlerim, dış sezişlerim, cezayı kendime kesişlerim, sonra herkesi affedişlerim… Hayallerimin zamansızlığını, uçsuz bucaksızlığını seviyorum. Zaman orada bulamıyor beni. Ve tik tak...

Yağmurlu bir sonbahar akşamında, süzülerek dökülen yaprakların hafifliğine inat yüreğim yere düşüp tuzla buz oldu ıslak kaldırımlarda. Buz eriyip yağmur oldu, tuz ruhuma karışıp içime doldu. Mutsuz mu, umutsuz mu, huysuz muydum o gün ayrımsayamadım. Neyse ki sabah oldu...

Not. İllüstrasyonlar Igor Morski' ye aittir.

Başvuru Beklemede

$
0
0


BAŞVURU BEKLEMEDE - Eskişehir Şehir Tiyatroları
Tek Perde-1 Saat 15 Dakika
Yazan: Greg EDWARDS ve Andy SANDBERG
Çeviren: Emel ASLAN
Yöneten: Çiğdem ALTUĞ
OYNAYAN: Özlem AKDOĞAN

Konusu: Sıra dışı bir anlatım ve görselliğe sahip olan oyun, yetişkinler ve çocuklar arasındaki iletişimi, Ebeveyn olma halini ve eğitim sistemini sorguluyor.
 
Eskişehir Şehir Tiyatroları' nda izlemeyi istediğim esas oyun 'Macbeth'. Sezon bitmeden onu da izleme şansı bulabilmeyi umuyorum :) 
 
 
Başvuru Beklemede' nin konusunu oyun tanıtımından okuduğumda 'yetişkinler ve çocuklar arasındaki iletişim', 'eğitim sistemi' ve ebeveyn olma hali' gibi odak noktalarıyla oldukça ilgimi çekmişti. Ancak metnin tümüne baktığımızda konuyu bu şekilde tanımlamak ne kadar doğru emin olamıyorum. 
New York’ta pahalı ve kayıt kriterlerinin zor olduğu saygın! bir özel okulun anaokulu bölümünün idari işlerindeyiz. Normalde okulda yardımcı öğretmen olarak çalışan Christine, görevinden ayrılan idari işler birimi personelinin yerine göreve başlıyor. Ve gün boyunca onlarca kişinin kayıt işlemleri ile ilgili telefon ve taleplere, aynı zamanda da okulun sahibinin o akşamki yemekli orgaizasyonu ile ilgili düzenlemelere karşılık vermeye çalışıyor. Telefon görüşmelerini yaparken Şehir Tiyatroları bünyesinde yer alan otuziki sanatçı, yardımcı oyuncu olarak görüntülü bağlantılar ile Özlem Akdoğan' a eşlik ediyor. Bu noktada oyunun bana Tamamen Doluyuz'a güçlü çağrışımlar gönderdiğini söyleyebilirim. Yine tek kişilik bir oyun, yine telefonlara cevap vermeye çalışan ve arayan kişilerin görsel olarak sahnede paylaşıldığı tempolu bir performans. 

Christine' e çok da dost canlısı yaklaşmayan çalışma arkadaşları ile mobbing uygulayan patronunu bir tarafa bırakırsak, bu metin içerisine okul bünyesinde uyuşturucu üretimi, patlayıcı yapımı ve patronun seks videosu gibi bağdaştırmakta zorluk çektiğim ve bütünsellik içerisinde hazmedemediğim alt konuların yer almasını yadırgadığımı söyleyebilirim. Bir solo ebeveyn olan ve oğlu dini eğitim veren bir okulda okuyan (yetkili olarak rahibe ile görüntülü konuştuğu için bu çıkarımı yaptım) Christine, akşam cadılar bayramına gidebilmek için oğluna vermiş olduğu sözü, anlayışsız patronunun yemek organizasyonuna katılma zorunluluğu nedeni ile tutabilecek midir?  Ya da bu sözü tutabilmek için uğradığı değişim, karşısına çıkan fırsatları lehine kullanarak adeta şantajcı bir kişiliğe bürünmesi, okulda istediği pozisyona istediği maaş ile geçebiliyor oluşu izleyiciye ne tür mesajlar verecektir? Ancak kendi adıma şunu ekleyebilirim ki, mizah dozu biraz daha yüksek ya da abartılı olabilseydi aklımdaki sorular bu denli rahatsız edici olmayabilirdi. Metnin türüne komedi diyemiyorum ben bir dram izledim...
Özlem Akdoğan yetmişbeş dakika boyunca inandırıcı ve güçlü bir performans sergiledi. Oldukça başarılı bulduğumu söyleyebilirim. karakter değişimlerini, duygusal iniş çıkışları izleyiciye güzel yansıttı. Kendisini farklı oyunlar da izleyebilmeyi diliyorum. 
Görüntülü telefon görüşmeleri ve kullanılan video tekniklerinin görselliği zenginleştirdiğini ve tiyatro ile sinemayı küçük ölçekli de olsa aynı sahnede görebilmenin izleyiciye farklı bir deneyim yaşattığını düşünüyorum. 

İyi ki tiyatro var, yine yeniden...

Dr.Jeklyll İle Bay Hyde

$
0
0

DR.JEKYLL İLE BAY HYDE ANKARA - DT Büyük Oyunu 1 Perde - 1Saat 40 Dakika
Yazan: Robert Louis Stevenson - Çeviren: Şükran Yücel
Uyarlayan: Jeffrey Hatcher - Yönetmen: Ünsal Coşar
OYUNCULAR:
Dr.Henry Jekyll: Gökhan Kutum
Edward Hyde: Sibel Günday Karpuzcu/Barbaros Efe Türkay/Kıvanç Bozkır
Gabriel Utterson: Kadir Anıl Adıgüzel
Elisabeth Jelkes: Meray Tunç
Dr.Lanyon – Müfettiş: Egemen Büyüktanır
Sir Danvers Crew – Uşak Poole: Erdi Erciyas
Dedektif Sanderson – Richard Enfield: Berk Baykut
Fahişe – 1.KadınÇilem Avunç Sağlam
Anne – Dilenci – Hizmetçi Demet Kızılay
Polis – 1.Öğrenci Engin Baysal
Otel Katibi – 2.Öğrenci- 2. Polis Emre Duran
Küçük Kız – 2.Kadın Berrak Atlı
Sarhoş – 3.Öğrenci Emre Olanca



OYUNUN KONUSU: 1800'lerde İngiltere'de geçen oyun, toplum içinde saygın bir yeri olan bilim insanı Dr. Henry Jekyll'ın bir deney yapmaya karar vermesi ve bununla birlikte gelişen beklenmedik olayları konu alır.

Sezona hızlı bir giriş yaptım ve bu durumdan oldukça memnunum:) İzlediğim bu oyun ise beğeni kriterlerimi oldukça yükseltti diyebilirim çünkü uzun zamandır bu derece keyifli bir tiyatro akşamı geçirmemiştim. Akün Sahnesi, dolunaylı bir sonbahar gecesi, öğrencisi bol bir izleyici kitlesi, çok çalıştığı her detayda belli olan özenli ve genç oyuncu kadrosu, akıllıca kullanılmış sahne ve dekor planlaması ve harika kült bir eser... Sadece koltuklarımıza yerleşip arkamıza yaslanmak bu lezzete ulaşabilmek için yeterli. Tek perdede, bir saat kırk dakikanın nasıl geçip gittiğini anlamayacaksınız bile...

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson tarafından 1886 yılında yayımlanan bir kısa roman. Sayısız defa basılan ve raflardan hiç eksik olmayan bu popüler roman, defalarca kez sinemaya uyarlanmış ve sahnelenmiş. Ancak devlet tiyatrolarında ilk kez sahneye konulduğunu belirtmek isterim.

Saygın ve çok zeki bir bilim insanı olan Dr.Jekyll'ın, her insanın içinde var olan iyi ve kötüyü ayırıp, kötüyü ortadan kaldırarak iyi insan oluşturma amacı ile yaptığı deneysel çalışmalarda denek olarak kendini kullanması ve ortaya Mr.Hyde'ın yani kötü tarafının çıkması ile yaşadığı kişilik bölünmesini anlatan oldukça ilgi çekici bir metin. Ünsal Coşar yorumu ile izlediğimiz bu oyunda Mr.Hyde'ın üç oyuncu ile aynı anda temsil edilmesini ve özellikle bu üçlü ve Mr.Jeykll'ın aynı anda yer aldığı sahneleri çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

Psikolojik gerilim türünde tanımlayabileceğim oyunda, sahne ışıklandırması, dekor, müzikler ve ses efektleri bu atmosferin oluşturulmasına katkı sağlamış. Sahnenin her yerine gidebilen büyük tekerlekli kırmızı kapının yorumun, en güçlü metaforu olduğunu düşünüyorum. Hem mekan hem karakter geçişleri hem de Dr.Jekyll ve Mr.Hyde'ın güç savaşları anlatılırken oldukça işlevsel ve estetik bir görsellik sunuyor izleyiciye. Özellikle final sahnesinde kapının çok ustaca ve çarpıcı bir şekilde kullanıldığını söyleyebilirim. Bu noktada sahne arkası sinevizyonundaki boşluklarda kullanılan deseni (porselen deseni)  anlamsız ve rahatsız edici bulduğumu, sokak yansıması dışındaki görüntüleri ise gereksiz bulduğumu ekleyebilirim.

Dr.Jekyll'ın amacı zaman zaman hazırladığı iksiri içip, Mr.Hyde' a kontrollü bir şekilde dönüşmek iken, bir süre sonra Mr.Hyde iksir içmese de kendiliğinden ortaya çıkmaya başlar. Dr.Jekyll'ın aksine fiziksel olarak çirkin, acımasız, zalim bir katildir. Yaptığı kötülüklerin dozu yavaş yavaş artmakta ve kendisi güçlenmektedir. Bu şekliyle her zaman birbiri ile mücadele halinde olan içimizdeki kötülüğün, iyiliği mağlup ettiği düşünülebilir.

İlk kez izlediğim genç oyuncuların çok çalıştıkları, çok emek verdikleri her an hissediliyordu. Dr.Jekyll' a can veren Gökhan Kutum çok başarılı bir performanstı. Her birini tebrik ediyorum. Uyum içerisinde sahnelenen başarılı bir iş çıkarmışlar.

Ve sonunda insanın çok çeşitli, kendi içinde bağdaşamaz ve bağımsız kişiliklerin bir araya gelmesinden başka bir şey olmadığını tahmin etme cüretinde bulundum. Bilinç dünyamda çarpışan ikili yaradılıştan biri ya da öbürü olduğum rahatlıkla söylenebilirse de, bunun ancak tümüyle her ikisi de olduğum için söylenebileceğini anladım.

Kendi benliğimden çekip çıkarmış olduğum Hyde, yaradılış olarak kötü ve alçaktı. Tüm davranışlarında bencilliğin izleri vardı. Hırslarını yontma gereği bile duymuyor, hayvani bir içgüdüyle bir kötülükten diğerine sıçrıyordu. Yüreğinde merhametin kırıntısı bile yoktu. Hyde'ın bu davranışları karşısında tüylerim ürperirdi. Her şey yasalara aykırıydı, onun varlığı bile. bu yüzden çenemi tutmak zorundayım. suçlu hyde idi, ben değil...
Ankara izleyicileri kaçırmasınlar, diğer izleyiciler turneleri takip etsin derim. Sinema havasında izleyebileceğiniz akıcı bir oyun. Ben de sezon bitmeden bir kez daha izleyebilmek istiyorum.

İyi ki tiyatro var :)

Viewing all 432 articles
Browse latest View live