Dario Fo (d. 24 Mart 1926 Sangiano, - ö. 13 Ekim 2016, Milano), İtalyan oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve oyuncu. 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Oyunlarındaki temalar güncel sorunlara dayandığı için tiyatro karikatürcüsü, toplumsal ajitatör ve radikal palyaço olarak da nitelendirilen Fo, kariyerine küçük kabare ve tiyatrolar için yergili revüler yazan bir metin yazarına yardım ederek başlamıştır. Oyuncu Franca Rame ile evlendikten sonra, 1959'da Rame ile birlikte Dario Fo - France Rame Topluluğu'nu kurmuştur. İkili "Canzonissima" adlı televizyon programında sundukları komik skeçlerle kısa sürede tanınmış, zamanla siyasal bir ajit-prop tiyatrosu geliştirmişlerdir. İkilinin oyunları temelde "Commedia dell'Arte" geleneğine dayanmaktadır ve tarzları Fo'nun deyişiyle "resmi olmayan solculuk"la kaynaşmıştı. İkili daha sonra, 1968'de İtalyan Komünist Partisi'yle bağları olan Yeni Sahne adlı bir başka topluluk kurmuştur. 1970'te ise Halk Tiyatrosu Topluluğu ile fabrika, park, spor alanı gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerleri dolaşmaya başlamışlardır. Morte Accidentale di un Anarchico (1974; Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, 1990) ve Non si paga, non si paga! (1974; Ödemiyoruz, Ödeyemeyeceğiz!) gibi oyunları çok tutulmuştur.
Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü -AST
Yalnızlığım
AIDA-DOB
Dört perdelik operadır.
Metin: Antonio Ghizlanzoni.
Bestecisi: Giuseppe Verdi
İlk oynanış: 1871 Kahire.
Türkiye’de ilk oynanış: 1958 Ankara.
Başlıca kişiler:
Radames (Tenor), Amneris (Mezzosoprano), Aida (Soprano), Mısır Firavunu (Bas), Amonasro (Bariton).
Aida'nın konusu, eski Mısır’da Firavunlar çağında Teb ve Menfis kentlerinde geçer. Mısır Firavunu (bas) Habeşistan ile savaş halindedir. Mısır ordusunun genç kumandanı Ramades (tenor), Habeş kralının kızı genç ve güzel Aida’ya (soprano) âşıktır, ancak onun kimliğini bilmemektedir. Habeş kralı Amanasro (bariton) Teb kentine saldırınca Ramades komutasındaki Mısır ordusu karşı koymaya hazırlanır. Üzüntü içinde olan Aida gibi firavunun kızı Amneris de (mezzo soprano) Ramades’e âşıktır ve ona zaferle dönmesi çağrısında bulunur.
Zafer Korosu' nda (operanın 2. perdesi 2. sahnesinde), Teb kentinin surları dışındaki büyük yolda Firavun, kızı Amneris ve yanındaki esir Aida, saraylılar ve diğer esirler toplanır. Zafer kazanmış olan Mısır ordusu halk tarafından büyük coşkuyla zafer marşıyla karşılanırken Tanrı İsis, Mısır ve Firavun övülür: “Mısır’a ve onu koruyan İsis’e zafer”. Bu zafer sahnesi için Verdi, normal orkestra trompetinden daha uzun bir trompet kullanmış ve bu çalgıya “Aida trompetié” adı verilmiştir. Partisyonda ise toplamda altı trompet yer alır.
2. perdenin 2. sahnesindeki görkemli zafer bölümünden sonra ise bir bale sahnesi yer alır. Son olarak doğu tarzı müzikle kızların çekici dansı izlenir, daha sonra zafer marşı tekrarlanarak en son olarak sahneye zafer kazanmış kumandan Ramades girer. Radames başarısının karşılığı olarak tutsakların bağışlanmasını ister. Firavun bu isteği kabul eder ve kızı Amneris ile evleneceğini de ekler. Radames asıl sevdiği Aida ile Nil kıyısında buluşacaktır. Amonasro kızının gizli aşkını öğrenmiştir, kendi yararına kullanmak niyetindedir. Aida Radames’e kaçmayı önerir, hangi yoldan gidebileceklerini sorar, komutan askeri bir sır olan geçidin adını söyler. Amonasro kendisi için gerekli olan bu adı duymuş, fakat tapınaktan dönen Amneris ve başrahip de olayı görmüşlerdir. Ramades kılıcını başrahibe teslim eder. Mahkeme, komutanı vatana ihanetle suçlamaktadır. Amneris sevdiği adamı kurtarmak için evlenme şartını tekrarlar, Radames kabul etmez, diri diri gömülmeye mahkum olur. Genç komutan yer altındaki mezarında sevdiğini düşünürken onu birden karşısında görür. Aida kaçmamış, onunla birlikte ölmek istemiştir.
Tek Başına
Not: Öykü kurgusaldır.
İllüstrasyonlar: Naoto Hattori
''Kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz. Yol insanı başkalaştırır.'' : Murathan Mungan
''Öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık, sevilmeyi beklerken, beklemeyi sevmişiz...'' : Cemal Süreya
Ezber Bozan
yazıyor...
Bir Hikayem Var
Çıkmaz Sokak
İllüstrasyon ve fotoğraflar: Bogdan Zwir
Satılık İlanı: Bebek ayakkabıları. Hiç kullanılmamış.
Bekleyiş
Haftanın Günleri
Üç Dilek
2020' ye Veda (Nihayet)

Koşarken Düşürdüklerim
Yardım Et Anne
Tam aşkımı ilan edecektim anne, bunu hayal etmiş, aynanın karşısında çalışmış ve yapmaya karar vermiştim. Yaklaşık bir yıl önceydi, pandemi işte o zaman ilan olundu. Önce okullar tatil oldu, sonra sınıfça gideceğimiz resim sergisi ve Kapadokya gezisi.
Sistemde bir açık yakaladım ben anne! Sistem toplumsal değerler saldırısına uğradı, insanlık tarihi toplumun üzerine çöktü. Şairleri ve şiirlerini unutmaya başladığımızda, siber güvenlik duvarlarımıza da eş zamalı saldırıların başladığını söylemeye çalışıyorum. Benden başka kimse göremiyor mu bunları? Şiir diyorum anne şiir, en son ne zaman bir şiir kitabı aldın, anımsıyor musun? Peki sen hiç şiir yazdın mı ya da sana şiir yazan oldu mu anne? Sana seni anlatan, sana senin yansımanda kendini anlatan biri oldu mu hiç hayatında?
Tüm matematik problemlerini çözebiliyorum aslında ama hep uzun yoldan çözüp, çok zaman kaybediyorum. Zamanı yetiştiremiyorum ben. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp, üçer üçer inen çocuğun içinden söylediği şarkıya karar veremeden daha, arkadaşlarım toplam merdiven sayısını bulmuş oluyorlar anne...
Merak ediyorum, sürekli baktığınız ve tüm dünyayı içine sığdırdığınızı sandığınız ekranlarınızda, var mı bir insan sıcaklığı, bir ağaç gölgesinin serinliği ya da ekmeğin buğusu? Her ekran birer solucan deliği sanki, girenleri yutuyor anne. Zaman çok önemli, bırak şu akşamlarını öldüren o dizileri izlemeyi. Hayal et anne, düşün... Ya hiç vaktimiz kalmadıysa istediklerimizi yapmaya... Ertelemek çare değil, ben çok geç kaldım aşkımı ilan etmekte, sen yaşamakta geç kalma anne. Kamerasını bile açmıyor derslerde artık, yüzünü unutacağım neredeyse...
Bak anne anlatacağım sana; Sene başıydı, onu fark ettiğimde orman yeşili gözleri ile aramızda koyu, derin bir nehir akmıştı. O an donakalmış, bakışlarımı ayıramamış, çok utanmıştım. Sonra tuvalete kaçmış, duvara yumruk atmıştım. Yetmemiş kendimi sağanak yağmur altında ıslatmış, sonra Ayı Osman' a sataşıp, kendimi hırpalatmıştım. İşte aşkım tam olarak böyle başlamıştı anne.
Bana normal değilim diye çok kızıyorsun, biliyorum. Kim normal ya da kim değil, nereden bilebiliriz ki? Beni böyle sev anne... Sen hiç çalıların rüzgarda sürüklenişine kızan bir kaya gördün mü? Peki ya daldan düştüm diye ağaca küsen bir elma? Aşık bir hindibaya rastladın mı ya da nefret dolu bir ayrık otuna veya tembel bir sarmaşık ya da söz dinlemeyen bir yoncaya? Böyle şeyler hiç olmaz, doğada sukunet olur, kabulleniş olur, kimse neden diye sormaz ve olabileceğinden fazlasını beklemez anne.. Lütfen sen de kızma artık bana.
Belki de mağaralarımızdan hiç çıkmamalıydık. Arılar kovanlarından çıktı mı, ya kuşlar yuvalarından, karıncalar gökdelen inşa etmeye kalkıştı mı? Teknoloji geliştikçe insanlık geriliyor anne. Tabiat ana bizi evlatlıktan çoktan reddetti.
Artık örselenmiş ruhuma anlattığın masallar, söylediğin ninniler beni teselli etmiyor. Pamuk ipliğine bağlı mutluluğum en ufak bir sarsıntıda, bir saatin sarkacı gibi sallanıp duruyor. Bir yama yapıp geçmişi onarabilir misin anne? Vahşi insanlığın çirkinleştirdiği bu gerçekliği, digital bir yama ile düzeltebilir misin? 'Artırılmış sanal gerçeklik' ten bahsediyorlar bana... Neresinden tutsam elimde kalıyor bu söylem. Zaten gerçek olanı nasıl artırabileceklerini düşünüyor bunlar? Gerçek gerçektir, sanal gerçekleri reddediyorum ben anne.
Şu iki tam bir öğrenci çaresizliğime, mutfaktan gelen kızartma kokusu ile umut olabilir misin? Bir hayal çöplüğü, düşünce kirliliği oldu geçmişim, affedemiyorum bizleri. Ya yanlış zamanda doğmuşum ya da benim tarihim yanlış yazılmış anne.
Şimdi gidiyorum ama geri döneceğim. Cebimde ne telefonum var, ne cüzdanım, ne de anahtarlarım... Kapıyı çalarsam, açar mısınız anne? Eğer bir gün kim olduğumu unutursanız; cebimde taşıdığım renkli taşlardan, deniz kabuklarından ve ay çöreği kırıntılarından tanıyın beni.
Not: Uzun pandemi sürecinde ruhundan örselenen gençlerimizin ağzından bir yardım isteği olarak kurgulanmıştır.
Zengin Mutfağı-Das Das
İki perde
110 dakika
13 yaş ve üzeri
Cumhuriyet tarihinde görülmüş en büyük işçi hareketi olan 15-16 Haziran 1970 olaylarının zengin bir ailenin mutfağına yansıması.
Hizmet etmekten başka bir şey düşünemeyen köşk çalışanları da gözlerinin önünde gelişen olaylar karşısında kayıtsız kalamayacaktır. Toplumdaki değişimden her biri kendi payına düşeni alacaktır.
Vasıf Öngören’in bu olayları eğlenceli bir biçimde aktardığı oyun, tiyatro sahnesinde defalarca yorumlanmış ve beyazperdeye de uyarlanmıştır.
1978 yılında ilk kez İstanbul Şehir Tiyatrolarında bu oyunda aşçı Lütfü Usta’yı canlandıran Şener Şen, 40 yıl aradan sonra aynı rolde ve genç bir oyuncu kadrosuyla tekrar sahnede.
Zengin Mutfağı, Vasıf Öngören'in 1977'de yazdığı tiyatro eseridir. Eser, epik tiyatronun Türkiye'deki önemli örneklerinden biri kabul edilir.
Geçen zaman süresinde izlediğim ancak paylaşma fırsatı bulamadığım oyunların en azından isimlerini anarak başlamak istiyorum. Devlet Tiyatrolarının yaz dönemi açık hava gösterimleri arasında 'Sonsuzluk Kitapevi' ve 'Aşık Veysel' oyunlarını izleme fırsatı bulabildim. Zengin Mutfağı Ankara turnesi benim için kaçırılmaması gereken bir fırsattı kesinlikle. 20 Eylül akşamında PanoraPark' ta açık havada, pandemi koşullarında ve sahneye uzak olsa bile ömürlük bir lezzet aldığımı söyleyebilirim. Bonnus olarak muhteşem bir dolunay gökyüzünde bize eşlik etti o akşam.
Zengin Mutfağı, ilk olarak 1977'de İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Başar Sabuncu yönetiminde sahnelendi ve başrolde Şener Şen oynadı. Aralarında İsmet Küntay Ödülü de bulunmak üzere çeşitli ödüller alan oyun 1980'de aynı ekip tarafından sinemaya da aktarıldı.
Devlet Tiyatroları tarafından 1994-1995 sezonundan itibaren çeşitli defalar sahnelendi. 2012-2013 tiyatro sezonunda yazarın kızı Aslı Öngören yönetiminde İstanbul Şehir Tiyatroları'nda yeniden sahnelendi.
1988 yapımı sinema uyarlaması da bulunan yine eski pehlivan kıdemli ahçı Lütfü Usta' yı Şener Şen' in canlandırdığı tiyatro tadındaki film de dahil olmak üzere; 1977 den 2021' ye kadar 44 yıl boyunca güncelliğinden kaybetmeyen başarılı metnin, hafızalardan hiç silinmeyecek bir deneyim olmasının en büyük mimarı şüphesiz Vecihi, Badi Ekrem, Züğürt Ağa ve sayısız karaktere imza atan büyük usta Şener Şen ve inanılmaz oyunculuğu.
Oyun 1978 yılında Fatih’te İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncuları tarafından prova edilirken oyunculara bir bombalı saldırı gerçekleşti. Saldırı sonucunda Fatih Şehir Tiyatrosu’nun yan sahnesi havaya uçtu. Oyunun 2012’de Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendiği sırada “faşizm eleştiriliyor” gerekçesi ile bazı seyircilerin küfürlü saldırısına uğradı.
Sahne Şener Şen' in izleyiciye sorduğu bir soru, karar verme arifesinde yaşadığı ikilem ile açılıp, anlatayım da bakın siz karar verin, şeklinde gelişip yine finalde aynı soru ile kapanıyor. Ancak anlıyoruz ki karar aslında zaten verilmiş bir karar... Son replikte izleyiciye balyoz gibi inen "İnsan kimlere hizmet ettiğini iyi düşünmeli?" repliği Lütfü Usta ile vedalaşmayı imkansız hale getiriyor diye düşünüyorum.
Kerim Bey' in mutfağında yıllarca adaletine sonsuz güven ile her türlü isteğini sorgusuz baş üstüne etmiş Lütfü Usta, Almanya' dan gelen eğitimli köpekler ve köşke sığınmacı olarak girip büyük bir karakter değişimi yaşayan Selim' den daha az değerli olduğunu fark ettiğinde aslında ayrılma kararını da zaten vermişti bence.
Oyunda pek çok kez yinelenen ”Ya bizdensin ya onlardan. Ya bizdensin ya da karşı taraftan, ölçü budur” repliği, toplumun nasıl da uzun süredir keskin bir çizgi ile ayrıştırılmaya çalışıldığınn çarpıcı bir örneğiydi.
Zengin bir evin mutfağından, 15-16 Haziran 1970 işçi hareketi olaylarına bakışımızı sağlayan Zengin Mutfağı, ilk sahnelenişinin üstünden yıllar geçse de güncelliğini kaybetmeden alkış almaya devam ediyor.
Büyük ustalar iyi ki varlar çok az kaldılar, uzun ömürler, bol alkışlar diliyorum...
Kadınlarımız
KADINLARIMIZ ANKARA - DTBüyük Oyunu
2 Perde - 1 saat 45 dakika
Yazan Eric Assous
Çeviren Anıl Dursun
Rejisör A. Sinan Pekinton
OYUNCULAR:
Paul: Alper Tazebaş
Simon: Ötüken Hürmüzlü
Max: Esat Tanrıverdi
OYUNUN KONUSU
25 yıllık dostlukları olan Max, Paul ve Simon, poker oynamak için Max’ın evinde toplanırlar. Simon, kırk beş dakikalık gecikme ve evin salonuna bomba gibi düşecek bir haberle gelir. Dostluklarını sorgulayacakları bir yüzleşme başlar. Hayatlarındaki kadınlarla yaşadıkları sorunlar, mutsuzluklar, dostluklarındaki sorgulamalar ve ikilemler… Üç dost, bu gece birbirlerini yeniden tanıyacak, hayatlarında yeni bir döneme başlayacaklardır…
Tıpkı eski günlerdeki gibi... Ankara' da bir sonbahar gününün sonunda bir tiyatro akşamı, Şinasi Sahnesi.. Pandemi etkilerinin hala hissedildiğini, girişte aşı kartı kontrolünün yapıldığını ve aralıklı oturma düzenini saymazsak fazla birşey değişmemiş. Ankara tiyatro izleyicisi üniversitelerin de açılması ile oldukça genç bir kitle. Geçen süre boyunca açık havada izlenen yazlık tiyatro ve bazı özel gösterimleri saymazsak neredeyse hiç sahne görmemenin özlemi fark ediliyor atmosferde... Bilindik melodi ile yapılan 'oyunumuzun başlamasına beş dakika kaldı' anonsu bile herkesi gülümsetmeye yetiyor. Sahnenin kararması ile nefeslerimizi tutup, başka insanların hayatlarına misafir olmaya başlıyoruz.
Sahne modern bir açık mutfak dekoru ile karşılıyor bizi. Önde koltuk takımı sağ taraf mutfak ve bir masa ile. Ev sahibi radyolog Max (Esat Tanrıverdi) ve doktor arkadaşı Paul (Alper Tazebaş)'ı görüyoruz aydınlanan sahnede. Paul çok sakin bir şekilde masada otururken, Max sinirli, telaşlı ve sabırsız bir şekilde yirmibeş yıllık dostluklarının üçüncü kişisi olan kuaför iş adamı Simon (Ötüken Hürmüzlü)'ı beklemektedir. Haftalık rutinler şeklinde bir araya gelip içki eşliğinde poker oynayan üçlü için o gece farklı bir gecedir çünkü Simon buluşma saati hayli geçmiş olmasına karşın gelmemektedir. Geldiğinde ise onları büyük bir şok beklemektedir.
Konunun dinamizmini ve metni beğendiğimi söyleyebilirim. Yönetmen koltuğundaki Sinan Pekinton' un kadın cinayetleri ve alınan cezalara yönelik eleştirel yaklaşımını doğru açıdan ve dozunda bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca konunun izleyiciyi içine aldığını ve 'ben olsaydım ne yapardım' sorgulamasını kaçınılmaz kıldığını düşünüyorum. Üç erkeğin de birbirinin yaşantısına hakim olduğunu, birbirlerinin eşlerini ve Max' in sevgilisi Magali' yi çok iyi tanıdıklarını oyunun ilerleyişinden anlayabiliyoruz. Erkeklerarası bir dedikodu akşamı havasında başlayan diyaloglar zaman ilerleyip, karar verme zorunluluğu ve gerilim arttıkça derinleşerek, kendilerini, yaşantılarını ve hayatı kökten sorgulayacak bir düzleme evriliyor. Evlilik, arkadaşlık, ebeveylik, dostluk, iş ve statü, adalet duygusu, fedakarlıklar, erdemler, suç aklama gibi pek çok temada alçalıp yükselen, yumuşayıp sertleşen sorular ile çok başarılı bir örüntü oluşturuluyor. Arada küçük durum komedileri ile de alt notalara eğlenceli sekansların serpiştirildiği oyunun izleyiciyi tatmin ettiğini düşünüyorum.
Gece sabaha bağanırken üç arkadaş için artık pek çok şeyin değiştiğini ve artık hiç kimsenin eskisi gibi olamayacağını anlıyoruz.
Aklımızda kalan replikler:
İnsanları belli bir noktaya kadar tanıyabilirsin.
Max: Magali’yle her şey bir tartışmaya dönüşüyor. Kadının buna yeteneği var. Havadan sudan konuşurken bile bir bakmışsın ortaya koskoca bir dram çıkıvermiş.
Paul: Ben eşek gibi çalışıyorum ama o, kendi köşesinde! Huzurlu bir ilişkimiz var demiştim, ya. Huzurludan da beter, resmen ölü. Sıfır iletişim.
Simon: Artık bir cinsel hayatımız olmamasına rağmen haftada altı gün spor yapıyor; jogging, yüzme, karın-kalça egzersizleri… Tüm bu çaba boşuna değil, herhalde. Mutlaka birilerinin işine yaraması gerekiyor.
Oyunculukları genel anlamda başarılı ve inandırıcı bulduğumu sadece Esat Tanrıverdi' nin sık tekrarlayan dil sürçmelerinin izleyici rahatsız edebileceğini düşündüğümü söyleyebilirim.
Ben tiyatro izleyici koltuklarını ve bu izlenimleri paylaşmayı çok özlemişim. Umarım harika bir sezon olur.
İyi seyirler!
Not. Bir önceki yazıma yapılan yorumların teknik bir neden ile geri dönüşü olamayacak şekilde silindiğini ve bu konuda üzgün olduğumu söylemek istiyorum.
Ve tik tak...
Görüyorum ki silahsızız hepimiz.. Ve şayet olsaydık Kafka' nın dediği gibi silahlarımız beynimiz olmayacaktı. Silah tamamen bedenimizin dışında, aklımızın ve bizim dışımızda. Ateş edip duran, kazdığım siperlerde beni bulan, gaz bombaları ile soluğumu tutan düşman 'zaman'. Saatler, dakikalar ve saniyeler. Ve tik tak...
Her geçen gün, giderek derinleşen ve koyulaşan bir kuyuya gömülüyorum sanki. Haftalar üzerime toprak atıyor, aylar, mevsimler birikerek durmadan basıncı artırıyor. Giderek taşıdığım yükün ağırlaştığını hissediyorum, öyle ki parmağımı kıpırdatacak, gözlerimi açıp kapayacak kadar bile yerim kalmadı sanki. Burada sıkıştım ben. Ve tik tak...
Dün bir ağaçkakan sesi duydum, çok baktım ama göremedim dalların arasında. Ne senkronize ne azimli, ne hayranlık uyandırıcı bir ses. İnancı uğruna, durmaksızın, hiç ölmeyecekmiş gibi, tereddütsüz çabalıyor, tiktaktiktak... Keşke ben de biraz inanabilsem. Tüm kaslarımı yerçekimine, tüm saç tellerimi rüzgara ve bedenimi bu sürüklenişe teslim edebilsem. Çabasız, zahmetsiz, düşünmeden zamanın içinde akabilesem. Ve tik tak...
Küçüktüm, çok koştum, çok oynadım, çok susayıp, çok acıktım. Dünya kocaman bir dondurmaydı, hepsini yalayıp, bitirmek istedim. Öyle büyüktü ki ben bitiremeden o eriyip kayboldu. Şimdi yapışkan, koyu, ıslak bir sıvının içerisinde yüzer gibiyim. Askıda gibi, ne yukarı çıkar, ne dibe çöker. İşine gider, evine döner. Ve tik tak...
Yere düşen ekmeğimi üfleyerek temizleyebildiğime inandığım günleri özlüyorum. Kirlenen ruhlarını nefesleriyle temizleyebildiklerine inananların çocuksu ama hafifleten inancı gibi, yaptığımız kötülüğü unutana kadardır tövbeler. Herkes seni suçladığında masumiyetine tutunmak ne kadar zorsa, kimse seni suçlamıyorsa masumiyetine inanmak o derece kolaydır çünkü. Hangimiz masum kalabildik günlerimizi öğütüp duran zaman karşısında? Ve tik tak...
Arayışlarıma, hayallerime bir rota belirleyemedim hiç. Asıl karanlığın gözlerde değil daha içerilerde olduğunu hissettim ve içimdeki ışığı izledim bulabildiğim kadar. Samimiyetsiz sevinçler, göstermelik coşkular, ahlak ve erdem şovlarından uzak tuttum yönümü. Yapılan iyiliklerin insanların kendi egosunu büyütebileceğini geç anladım. Oysaki her eylem sadece kişinin kendi tercihi olmalıydı. Yoksa herkesin yutkunup yutamadığı, kursağımda kalan bir hevesi, bir hayal kırıklığı olacaktı. Ve tik tak...
Hayaller kurmayı seviyorum hala, ucu kanadı gerçeğe dokunacak hayaller. Hayallerimde her şeyim var. Umutlarım, gün doğumlarım, gün batımlarım, melankolik hüzünlerim, iç çekişlerim, dış sezişlerim, cezayı kendime kesişlerim, sonra herkesi affedişlerim… Hayallerimin zamansızlığını, uçsuz bucaksızlığını seviyorum. Zaman orada bulamıyor beni. Ve tik tak...
Yağmurlu bir sonbahar akşamında, süzülerek dökülen yaprakların hafifliğine inat yüreğim yere düşüp tuzla buz oldu ıslak kaldırımlarda. Buz eriyip yağmur oldu, tuz ruhuma karışıp içime doldu. Mutsuz mu, umutsuz mu, huysuz muydum o gün ayrımsayamadım. Neyse ki sabah oldu...
Not. İllüstrasyonlar Igor Morski' ye aittir.
Başvuru Beklemede
BAŞVURU BEKLEMEDE - Eskişehir Şehir Tiyatroları
Tek Perde-1 Saat 15 Dakika
Yazan: Greg EDWARDS ve Andy SANDBERG
Çeviren: Emel ASLAN
Yöneten: Çiğdem ALTUĞ
OYNAYAN: Özlem AKDOĞAN
Dr.Jeklyll İle Bay Hyde
DR.JEKYLL İLE BAY HYDE ANKARA - DT Büyük Oyunu 1 Perde - 1Saat 40 Dakika
Yazan: Robert Louis Stevenson - Çeviren: Şükran Yücel
Uyarlayan: Jeffrey Hatcher - Yönetmen: Ünsal Coşar
OYUNCULAR:
Dr.Henry Jekyll: Gökhan Kutum
Edward Hyde: Sibel Günday Karpuzcu/Barbaros Efe Türkay/Kıvanç Bozkır
Gabriel Utterson: Kadir Anıl Adıgüzel
Elisabeth Jelkes: Meray Tunç
Dr.Lanyon – Müfettiş: Egemen Büyüktanır
Sir Danvers Crew – Uşak Poole: Erdi Erciyas
Dedektif Sanderson – Richard Enfield: Berk Baykut
Fahişe – 1.KadınÇilem Avunç Sağlam
Anne – Dilenci – Hizmetçi Demet Kızılay
Polis – 1.Öğrenci Engin Baysal
Otel Katibi – 2.Öğrenci- 2. Polis Emre Duran
Küçük Kız – 2.Kadın Berrak Atlı
Sarhoş – 3.Öğrenci Emre Olanca
OYUNUN KONUSU: 1800'lerde İngiltere'de geçen oyun, toplum içinde saygın bir yeri olan bilim insanı Dr. Henry Jekyll'ın bir deney yapmaya karar vermesi ve bununla birlikte gelişen beklenmedik olayları konu alır.
Sezona hızlı bir giriş yaptım ve bu durumdan oldukça memnunum:) İzlediğim bu oyun ise beğeni kriterlerimi oldukça yükseltti diyebilirim çünkü uzun zamandır bu derece keyifli bir tiyatro akşamı geçirmemiştim. Akün Sahnesi, dolunaylı bir sonbahar gecesi, öğrencisi bol bir izleyici kitlesi, çok çalıştığı her detayda belli olan özenli ve genç oyuncu kadrosu, akıllıca kullanılmış sahne ve dekor planlaması ve harika kült bir eser... Sadece koltuklarımıza yerleşip arkamıza yaslanmak bu lezzete ulaşabilmek için yeterli. Tek perdede, bir saat kırk dakikanın nasıl geçip gittiğini anlamayacaksınız bile...
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson tarafından 1886 yılında yayımlanan bir kısa roman. Sayısız defa basılan ve raflardan hiç eksik olmayan bu popüler roman, defalarca kez sinemaya uyarlanmış ve sahnelenmiş. Ancak devlet tiyatrolarında ilk kez sahneye konulduğunu belirtmek isterim.
Saygın ve çok zeki bir bilim insanı olan Dr.Jekyll'ın, her insanın içinde var olan iyi ve kötüyü ayırıp, kötüyü ortadan kaldırarak iyi insan oluşturma amacı ile yaptığı deneysel çalışmalarda denek olarak kendini kullanması ve ortaya Mr.Hyde'ın yani kötü tarafının çıkması ile yaşadığı kişilik bölünmesini anlatan oldukça ilgi çekici bir metin. Ünsal Coşar yorumu ile izlediğimiz bu oyunda Mr.Hyde'ın üç oyuncu ile aynı anda temsil edilmesini ve özellikle bu üçlü ve Mr.Jeykll'ın aynı anda yer aldığı sahneleri çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim.
Psikolojik gerilim türünde tanımlayabileceğim oyunda, sahne ışıklandırması, dekor, müzikler ve ses efektleri bu atmosferin oluşturulmasına katkı sağlamış. Sahnenin her yerine gidebilen büyük tekerlekli kırmızı kapının yorumun, en güçlü metaforu olduğunu düşünüyorum. Hem mekan hem karakter geçişleri hem de Dr.Jekyll ve Mr.Hyde'ın güç savaşları anlatılırken oldukça işlevsel ve estetik bir görsellik sunuyor izleyiciye. Özellikle final sahnesinde kapının çok ustaca ve çarpıcı bir şekilde kullanıldığını söyleyebilirim. Bu noktada sahne arkası sinevizyonundaki boşluklarda kullanılan deseni (porselen deseni) anlamsız ve rahatsız edici bulduğumu, sokak yansıması dışındaki görüntüleri ise gereksiz bulduğumu ekleyebilirim.
Dr.Jekyll'ın amacı zaman zaman hazırladığı iksiri içip, Mr.Hyde' a kontrollü bir şekilde dönüşmek iken, bir süre sonra Mr.Hyde iksir içmese de kendiliğinden ortaya çıkmaya başlar. Dr.Jekyll'ın aksine fiziksel olarak çirkin, acımasız, zalim bir katildir. Yaptığı kötülüklerin dozu yavaş yavaş artmakta ve kendisi güçlenmektedir. Bu şekliyle her zaman birbiri ile mücadele halinde olan içimizdeki kötülüğün, iyiliği mağlup ettiği düşünülebilir.
İlk kez izlediğim genç oyuncuların çok çalıştıkları, çok emek verdikleri her an hissediliyordu. Dr.Jekyll' a can veren Gökhan Kutum çok başarılı bir performanstı. Her birini tebrik ediyorum. Uyum içerisinde sahnelenen başarılı bir iş çıkarmışlar.
Ve sonunda insanın çok çeşitli, kendi içinde bağdaşamaz ve bağımsız kişiliklerin bir araya gelmesinden başka bir şey olmadığını tahmin etme cüretinde bulundum. Bilinç dünyamda çarpışan ikili yaradılıştan biri ya da öbürü olduğum rahatlıkla söylenebilirse de, bunun ancak tümüyle her ikisi de olduğum için söylenebileceğini anladım.
Kendi benliğimden çekip çıkarmış olduğum Hyde, yaradılış olarak kötü ve alçaktı. Tüm davranışlarında bencilliğin izleri vardı. Hırslarını yontma gereği bile duymuyor, hayvani bir içgüdüyle bir kötülükten diğerine sıçrıyordu. Yüreğinde merhametin kırıntısı bile yoktu. Hyde'ın bu davranışları karşısında tüylerim ürperirdi. Her şey yasalara aykırıydı, onun varlığı bile. bu yüzden çenemi tutmak zorundayım. suçlu hyde idi, ben değil...
İyi ki tiyatro var :)