Quantcast
Channel: Anne Kaleminden
Viewing all 432 articles
Browse latest View live

İlyas

$
0
0
Topuk selamını çakıp, içeri girdim:
''Genel Müdürüm, dün bıraktığım dosyaya baktıysanız, onu alacaktım müsaadenizle.''
Eliyle kulağındaki telefonu işaret edip, sus işareti yaptı, beklemeye başladım. ''Evet Sayın Bakanım, çözeceğiz inşallah efendim, şu önümüzdeki bürokrasi kapısı biraz aralansa, şimdi de nefaset kesintisi diye tutturmuşlar, sanki bir tek onlar anlıyor bu işten... Geçici kabulü alamadık maalesef efendim, ilgileniyor proje müdürümüz, emredersiniz Sayın Bakanım, saygılar, hayırlı günler diliyorum.'' 
''Gel İlyas, gel otur. Bu projeyi ne yapıp edip bitirmemiz lazım İlyas. Artık bu bizim için prestij işi, anlıyorsun değil mi? Bakan Bey' in de özellikle istediği, üzerinde ehemmiyetle durduğu bir iş bu''
Akşamki maçın saatini düşündüm. Eve giderken Mezeci Arif' e uğramaya, humusla, haydari ve patlıcan salatası almaya karar verdim. ''Elbette bitireceğiz Genel Müdürüm, sizin elinizden bu iş de kurtulmaz evelallah, bu şirketi nereden nereye getirdiniz, yıllık ciro grafiğimize bakan değişimi şıp diye anlar.'' Aklıma buzdolabında unuttuğum ciğer geldi, hesap ettim, dört gün olmuş pişireli, kesin bozulduğuna hükmettim, canım sıkıldı.

''Orası öyle, orası öyle de... Dosya kalsın, alma. Sen bana Veysel' i çağır, bakayım ne yapmışlar, bir de ada çayı getirsinler bana, boğazım gıcıklanmaya başladı iyi gelir''
Sizin boğazınızdaki gıcıklanma zor geçer diyecektim, sus oğlum İlyas, dedim içimden. Dışımdan da ''Hemen efendim, hemen hallediyorum'' deyip, topuk selamıyla çıktım makamdan.
İnanır mısınız, bazen içimle dışımı karıştıracağım da, içimden geçeni dışıma söyleyeceğim diye ödüm kopuyor. İçim dışım bir değil, ne yalan söyleyeyim. Bazen içimle dışım öyle birbirinden uzaklaşıyor ki, bir yolculuğa çıkıyorum sanki. Yaptığım yolculukta sağ salim kendime geri dönebilecek miyim kestiremiyorum sonra. Yolu bulabilmek için çoğu kez en başa gidiyorum, iyice bir karıştırıyorum geçmişimi... Bazen telden yaptığım arabama denk geliyorum, bazen yediğim bon bon şekeri geliyor oltaya, geçen de kendimi prens sandığım sünnet kıyafetime rastladım. Ama en çok amcamın öğle uykusuna yattığı saatlerde, beni asker gibi başına dikip, üzerine konan kara sinekleri avlama görevim geliyor hatırıma. Yaa İlyas Efendi, senin askerlik pek küçükken başladı, mezara da selam çakıp, öyle girersin artık, diyorum tebessümle içimden. Dışımdan: ''Genel Müdürüme bir ada çayı'' diyorum.
Veysel, bilgisayarına gömülmüş, beni fark etmiyor. ''Genel Müdür seni istiyor Veysel Bey'' diyorum. ''Tufanbeyli işini soracak sanırım'' diyerek de ek bilgi vermeyi ihmal etmiyorum. İçimden de ''Hadi bakalım bu sefer nasıl kıvıracaksın, Veysel Efendi'' diyor, akşamki maçın saatini hatırlamaya çalışırken, Fener alır diyorum kendi kendime. Söylemiş miydim size, kendi kendimle bahse girmeye bayılırım. Örneğin, otobüste boş koltuk varsa, sinemaya giderim, derim ya da yolda yürürken, şu geçen kadın bana bakarsa, akşama balık yerim derim. Bu kez, Fener kazanırsa, hafta sonu annemi görmeye gideceğim diyorum.
İsa Bey, telaşla yanıma gelip, Genel Müdür'ün müsait olup olmadığını soruyor, maliyeden müfettişler gelecekmiş. Bir an önce akşam olmasını ve eve gitmeyi istiyorum. Gecelerin de hakkını veririm laf aramızda, öyle erkenden yatıp uyumak bana göre değil. Eve geçerim, ufak ufak yemeğimi hazırlar, demlenirim, müziğim açık olur mutlaka, dinlerim. İyi beslenirim. Etim, salatam, çerezim, meyvem mutlaka olur. Yalnızlıktan sıkılmaz mısın, derseniz; bu hayatı ben seçtim. Kendimden başka hiçbir insandan fayda görmüşlüğüm yoktur. Soğudum insan denen mahlukattan. Açgözlü, vicdansız, ikiyüzlü, haddini bilmez, her şeyi merak eden, çıkarcı, bencil, ilk fırsatta ezmeye kalkan, kıskanç bir güruh. Karşımıza fırsatlar çıkmadı mı, çıktı. Ama böylesi hayat ağır bastı. Yaş aldıkça, evlerinde bir koltukta ağırlaşanları gördükçe, yaşadıkça hafifleyenlerden olmayı seçtim. Sıkılırsam bir kuş tüyü kadar hafif, alır kendimi, giderim. Bir yıldızın kayışını, bir çiçeğin açısını, bir çocuğun ilk adımlarını görmemeye razıyım. Yeter ki benden uzak olsunlar, iyiyim böyle ben. Çok bunalırsam, Seyfi Baba' nın meyhanesine gider, başkalarının dertlerinde yalnızlığımı unuturum. Halime şükreder, alır kendimi eve götürürüm. Gecelerin hakkını veririm vermesine ama geceleri sevmişliğimiz kadar, sabah duşumuzu alıp zımba gibi işe gitmişliğimiz vardır. İşimiz, ekmek kapımız, işime saygım, kendime saygımdır.
Üçü kapanıyorlar odaya, gündem malum, müfettişler ne isterler, kaçta gelirler, yemek saatinde buradalar mı, fabrikayı da gezdirelim, araştıralım kimi yollayacaklarmış, bir telaş bir telaş. Hasan' a haber verin, muhasebeyi teyakkuza geçirin, hesapları bir kontrol etsinler. İlyas'ı koşturun alışveriş etsin bir iki. Oğlum İlyas diyorum içimden, şimdi bir gün batımında, küçük bir sandalla, yakamozu yol yapmak vardı. Pilli radyomdan çıkan ezgilere, martılar vokal yapardı. Alırdım kendimi de yanıma bir muhabbet bir muhabbet, İlyas' a kaldırırdım kadehimi. Dışıma bakıyorum; Yaltaklanmadan ilgi gösterme konusunun kompetanı olan sayın genel müdürüm, bu işten de sıyrılır kolayca, diyor dışım... 
Yalnızlığımı sorgulayanlara, bana bencil diyenlere bir çift sözüm var:
Yalnızlık benim vatanımdır, içeriye sokmam kimseyi. Yalan yoktur, riya yoktur, güzele de, doğruya da, ahlaka da, hukuka da ben karar veririm. Benim mahkemelerim, benim anayasam çalışır burada. İçimin ve dışımın aynı şarkıyı söylediği tek yerdir. Zamanın sonsuzluğunu da, tekilliğini de, sessizliğini de severim. İster kapıyı kapatır çıkarım yalnızlığımdan, istediğimde girerim içeri, kimse karışamaz, kimse ayıplamaz beni. Zulmüm de sevgim de kendimedir, kimseyi huzursuz da etmem, umut da vermem. Zorunluluklar kapının dışındadır, tek sorumluluğum İlyas' adır. İster gecelerden günler biçerim kendime, canım ister günü zindan ederim. Siz kalabalıklarınızda gürültüyle yaşarken yalnızlığı, ben kendimle zenginleşirim. Hayat arkadaşı olarak kendimi seçtim, İlyas terk etmedikçe beni, ben de bırakmam kendimi.

Not: İllüstrasyonlar Pascal Campion' a ait olup, öykü kurgusaldır.

Lüküs Hayat

$
0
0
LÜKÜS HAYAT - ANKARA DT
Müzikal - 2 Perde - 2 saat 50 dakika
Besteci Cemal Reşit Rey - Yazar Ekrem Reşit Rey - Rejisör : Murat Atak
Cumhuriyetin ilanıyla ülkemizdeki Batılılaşma hareketi hız kazanır. Bir yanda Batının teknolojisi ve yaşam biçimi örnek alınarak medeni ilerlemeler kaydedilirken; diğer yanda bu anlayışı şeklen benimseyen, alafranga tavrı ve hatta değerleri taklit eden bir sınıf türer. Lüküs Hayat müzikalinde işte bu ortamın komik bir tablosu çizilir. Lüks hayat ve parayla saadet hülyaları… Gösteriş, şaşaa, para ve sefa. İşte alafranga! Lakin abartı, özenti, müsriflik ve cefa. Lüküs Hayat Devlet Tiyatrolarında ilk defa...
Rıza : Levent Çelmen - Zeynep : Rengin Samurçay - Fıstık : Mehmet Ali Toklu - Belkıs : Alev Buharalı - Ruhi : Şahap Sayilgan - Atıfet : Pelin Dikmenoğlu - Şadiye : Berrin Demir - Memiş : Serkan Ekşioğlu - Lütfiye : Süheyla Gürkan - İrfan : Akın Erozan - Nüveyre : Buket İnger - Şevket : Can Öztopçu - Veysi : Çağrı Turan - Nesrin : Özge Mirzalı - Rıza Bey : Engin Özsayın - Kibar : Bülent Çiftçi - Altındiş : Gönül Orbey - Balatlı : Ayşe Akınsal - Tosun : Bahadır Karasu
Lüküs Hayat, 1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş bir operettir. Türk tiyatrosunun klasik eserlerinden birisi olmuştur.
İstanbul Şehir Tiyatroları' nın siparişi üzerine yaratılan ve ilk defa cumhuriyetin 10. yıl kutlamalarının yapıldığı 1933 yılında sahnelenen eser, 1946 yılına kadar büyük bir seyirci kitlesi tarafından izlenmiştir. 1958'de Zeki Alpan, 1962 yılında da Muammer Karaca tarafından tekrar sahneye konulmuş; 6 Mart 1985' te ise İstanbul Şehir Tiyatroları' nda yeniden sahnelenmeye başlamış ve o tarihten günümüze aralıksız sahnelenmiştir.
Oyunun yazarı, Ekrem Reşit Rey olarak bilinse de Şişli'de bir Apartman şarkısının sözlerini Nâzım Hikmet'in yazdığı sanılmaktadır.
Oyun, 1950 yılında Ömer Lütfi Akad tarafından Lüküs Hayat adıyla filme alınmıştır. 1973 yılında da Haldun Dormen tarafından televizyon için yeniden filme alınmıştır.
Eserin Yazılışı: 1930 yılında ödenek ve seyirci azlığı nedeniyle kapanma tehlikesi ile karşı karşıya olan İstanbul Şehir Tiyatroları' nda yöneticilik yapan Muhsin Ertuğrul, seyirci ilgisini müzikal oyunlar ile çekmeyi düşündü. Müzikal eserler yazma önerisini kabul eden Cemal ve Ekrem Rey Kardeşler, Cumhuriyetin 10. yılında sergilenecek yeni bir müzikal oyun yaratmak üzere çalışmaya başladılar. Ancak Ekrem Reşit Rey, sözleri yetiştiremeyeceğini belirtince tarihçi Rasih Nuri İleri' nin aktarmasına göre bu iş o sırada hapiste bulunan Nâzım Hikmet'e teklif edildi. Eseri Nâzım Hikmet yazdı ancak hapiste olduğu için ismini kullanmadı; program metinlerinde yazan Ekrem Reşit Rey olarak yer aldı. Bir başka iddiaya göre eserin tamamını değil ama müzikal içerisinde yer alan bazı şarkıların sözlerini Nâzım Hikmet yazdı.
Konusu: Lüküs Hayat, Türk toplumunun Batı ile yüzleşmesi ve bu çerçevede yaşanan gülünçlükleri sahneye taşıyan, iki farklı kültürün yüzleşmesinden ortaya çıkan durumun değişmezlerini anlatmaktadır. Küçük hırsızlıklarla geçinen "Rıza" ile "Fıstık" bir zengin evine girince kendilerini kıyafet balosunda bulurlar. İkilinin içine düştüğü bu yeni ortam, batılılaşma özentisinin ortasına düşmüş halktan insanların durumudur. Çelişkilerin iyice keskinleştiği yaşam biçimleri komik olaylara neden olmaktadır.
10 Haziran 1949 yılında bir kanunla kurulan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü' nün 70.yılına özel bir repertuvar kapsamında düşünülen, ''Lüküs Hayat'' bu yıl ilk kez devlet tiyatroları sahnelerinde yer alıyor. 65 sanatçı ve 20 kişilik orkestranın bulunduğu bu büyük prodüksiyon sezon boyunca izleyicilerle buluşacak.
Müzikalin Cüneyt Gökçer Sahnesindeki prömiyerini izleme şansını buldum ben de. Akşama Ahmet Necdet Sezer ve eşi Semra Sezer' in katılımı güzel bir sürprizdi:) Bu çok sevdiğimiz, yıllarca izlediğimiz, ezbere bildiğimiz melodisi ile ulusal tiyatromuzun klasikleşen eserini Ankara tiyatro izleyicisinin çok beğendiğini ve başarılı bulduğunu düşünüyorum. Özellikle Mayıs ayından Ekim ayının hayalini kuran tiyatro severler için sezona bomba gibi bir giriş olduğuna eminim:)
Oyunun Ankara Devlet Tiyatrosu yorumunun tamamen aslına sadık kalarak, ortaya koyulduğunu söyleyebilirim. Sahne ana dekoru döner bir platform üzerine kurulmuş, yalı dış görünümü ve iç salon şeklinde bölümlenmişti. Ayrıca sahne ortası perdesi ile ön alan kullanımında mekan ayrımı oldukça başarıyla uygulanmıştı. Kostümlere bayıldım, rengarenk, ahenk içerisinde capcanlıydı hepsi. Kalabalık kadrolu müzikallerde başarılı koreografi ve danslar, kostümle birleşince sahnede tam bir şölen oluyor gerçekten. Başarılı ses kullanımı ve şarkıları da unutmamak gerekiyor elbette.
Hem tiyatroya bir ömür vermiş emektar ustaların hem de genç yetenekli oyuncuların bir sahnede harman olduğu eserde, Rıza karakteri ile Levent Çelmen'i baş oyuncu olarak izliyoruz. Kendisini daha önce Vanya Dayı karakteri ile sahnede, Ferhunde Hanımlar' da ise ekranda izlediğimi hatırlıyorum. Oyundaki enerjisi ve performansının oldukça iyi olduğunu düşünmekle birlikte ilerleyen gösterimlerde daha da göz dolduracaktır bence. Çalışmalarının 20 Ağustos' ta başladığını ve günlük sekiz saate yakın provalarla 5 Ekim' de sahne alacak düzeye gelebildiklerini göz önüne alınca her gösterimin bir öncekinden daha muhteşem bir şölen olabileceğini düşünüyor insan :)
Bireysel olarak Zeynep karakteri ile Rengin Samurçay, Belkıs rolü ile Alev Buharalı, Ruhi' yi canlandıran Şahap Sayılgan ve Şadiye performansı ile Berrin Demir başarılılardı. Veysi rolü ile Çağrı Turan ve Nesrin rolü ile Özge Mirzalı oyuna ayrı bir renk kattılar.
Deneyimli rejisör Murat Atak imzalı yapım, sezonun en ses getiren temsili ve Ankara Devlet Tiyatrosu için de bir prestij oyunu olacaktır.
Dün akşam Cüneyt Gökçer Sahnesinde tam bir ekip çalışması izledik. Işığından, kostümüne, dekorundan, oyuncularına, a dan z ye oyuna emek veren herkesi de prömiyer olması nedeni ile sahnede alkışlama şansı yakaladık. 
Oyunun çok fazla alkış aldığını, izleyicilerin oyun esnasında şarkılara eşlik ederek, tempo tutarak eğlenceli zamanlar geçirdiğini söyleyebilirim. Sahnede canlı orkestra dinlemek çok ayrı bir lezzet izleyiciler açısından. Ve yazımızı, oyuna piyanosundan çıkan muhteşem ezgilerle hayat katan müzik direktörü Melahat Ismayılova' yı ayrıca anmadan bitirmemiz mümkün olamaz:) Orkestra sahnede yer aldıktan ve çalmaya başladıktan sonra son derece estetik bir şekilde hareketli platform ile sahneden alçalarak oyuncuların görüş mesafesine girmesi de hoş bir detay olarak hafızamda yer buldu.
Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt da oyun bitiminde söz aldı ve Türkiye genelinde 77 adet sahnemiz olduğunu ve her akşam Ankara' da 5000 izleyiciyi ağırladıklarını söyledi. 5000 gerçekten oldukça iyi bir sayı bence de:) Ve bu oyunun pazartesi günleri hariç her gün gösterilecek olması, böyle bir performansın sürekliliği olağanüstü gerçekten...
Ve yazımızı alışılagelmiş lüküs hayat şarkısının sözleri ile noktalarken, bu oyunu görmeden sezonu kapatmamanızı öneriyorum :)
Şişli'de bir apartıman
Yoksa eğer halin yaman
Nikel-kubik mobilyalar,
Duvarda yağlı boyalar

Iki tane otomobil
Biri açık, biri değil
Aşçı, uşak, hizmetçiler
Dolu mutfak, dolu kiler

Hanım gider, sen gidersin
Gündüzleri çaydan çaya
Gece olur, davetlisin
Ya dineye ya baloya

Hey
Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne güzel şey
Oh ne rahat
Yoktur esin lüküs hayat

Yaz gelince adadaşın
Mayo giymiş kumlardasın
Etrafında güzel kızlar
Canın çeker, burnun sızlar

Hanım motorla dolaşır
Hanım serbest, kim karışır
Takarsın şeyleri bazı
Dünya böyle sen ol razı

Sen de kendi hesabına
Topla akşam etrafına
Sarıları, esmerleri
Kır şampanya kadehleri

Hey
Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne güzel şey,
Oh ne rahat
Yoktur esin lüküs hayat

Aşkımız Aksaray'ın En Büyük Yangını

$
0
0
Ankara DT-Büyük Oyunu
2 Perde - 2 Saat
Yazan: Güngör Dilmen - Rejisör: A.Sinan Pekinton
KONU: 1990 yılında "İsmet Küntay Ödülü"nü almış olan oyunumuz, eski bir İstanbul mahallesinde "kurgulanmış" bir aşkın hikâyesi... Saraydan çırağ edilen (uzaklaştırılan) Mahitab'ın, Aksaray'ın bir sokağına taşınmasıyla başlayan "ateşli bir aşk hikâyesi"...
OYUNCULAR:  Mahitab Ebru Uysal - Firuz Bey Ali Fuat Davutoğlu - Abidin Ergin Özdemir - Kuş Hüseyin Özgür Cengiz - Artin Özgür Deniz Kaya - Seyrekbasan Burçak Kaya - Hidayet Bülbül Tamay Açıkel - Ablasıgüzel Volkan Demirer - Merzuka Sinem Lökbaş  - Kadınlar Meray Saygı, Ezel Erkman, Fikriye Musluoğlu, Gül Öz, Öykü Yılmazer, Buse Çağla Çelik, Dilek Ersoy - Nane Şekerci Halis/Kömürcü Çırağı Cem Sel - Saray Adamı/Sünnetçi/Garson Kağan Tekin - Saray Adamı/Garson/Halk Volkan Çendik


Ankara Devlet Tiyatrosunda yeni sezon oyunlarına Küçük Tiyatroda sahnelenen bu oyunla devam ediyoruz. Güngör Dilmen’ in 1989 yılında yazdığı bir müzikal olan Aşkımız Aksaray’ ın En Büyük Yangını ile… 

Oyun; 19.yy da saraydan bir sandık ziynet verilerek, Aksaray’ ın yoksul bir mahallesinde bir konağa yerleştirilen güzel, biraz geçkin ve romantik Mahitab (Ebru Uysal) ile mahallenin sevilen, yakışıklı, saygılı kemancısı Ermeni genç Artin (Özgür Deniz Kaya)’in arasında bir aşk oluşturmaya çalışan, zarif İstanbul beyefendisi Firuz Bey (Ali Fuat Davutoğlu)’ in çabaları ile başlıyor.


Tam bir eski İstanbul Mahallesi tadında; bohçacı, çingene falcı, nane şekerci, tulumbacılar, mahalle kadınları, şarkı ve danslar eşliğinde ilk perdeyi Mahitab ve Artin’ in mürüvveti ile kapatıyoruz. Oyunun adındaki ‘yangın’ ın ise aşkın ateşindeki mecazdan çok, gerçek anlamına yakın olduğunu sonraları anlıyoruz. Firuz Bey’ in Artin’ de kendi gençliğini görerek, onu Mahitab’ a âşık etmek için gösterdiği yüksek gayretler, evliliğin ilerleyen safhalarında etkisini kaybediyor. Mahitap Hanım, romantik bir aşk kadını, her şeyini harcayabilecek kadar fedakâr ve tutkuluyken; Artin, saraya kapağı atma peşinde, aşka itibar etmeyen bir genç. Ve Mahitab’ ın servetinin erimesi ile birlikte hayal kırıklıkları kendini göstermeye başlıyor. Artin, Firuz Bey’ in etkisi ile yapmış olduğu bu hatanın farkına vararak Mahitab’ tan uzaklaşırken, Mahitap da tam tersi Artin’ e olan tutkusunu artırıyor. 


Bu oyun bana kurgusal olarak Kış Masalını anımsattı. Orada ilk perdede buhranlı bir trajedi, ikinci perdede ise bir vodvil izlemiştik. Aşkımız Aksaray’ ın En Büyük Yangını’ nda ise ilk perdede danslı, müzikli, bol güldürmeceli bir vodvil, ikinci perdede sonu trajediyle biten bir aşkı izliyoruz.


Oyunculuklardan benim için öne çıkan Artin performansı ile Özgür Deniz Kaya oluyor. Kendisini daha önce Ezilmiş Petunyalar Olayı’ nda da çok beğenmiştim. Merzuka rolü ile Sinem Lökbaş’ ı ilk kez izledim, izleyiciyi yakalayan, inandırıcı ve eğlenceli çingene falcı karakterinin üzerinden fazlasıyla geldiğini düşünüyorum. Ve Ali Fuat Dervişoğlu, deneyimli oyuncu, Firuz Bey rolü ile başarılıydı.


Okuduğum birkaç olumsuz yorumun etkisi ile düşük bir beklentiyle gittiğim için belki, oyunun izlenilebilir bir temsil olduğunu düşünüyorum. Metin ve mesaj hafife alınmamalı bence. Başkalarının yönlendirmeleri ile hayatlarına yön verenlerin, kolay etki altında kalanların heybelerine bir şeyler koyduklarını düşünüyorum bu oyundan. Mahitap performansı ile Ebru Uysal’ da yerine oturmayan bir şeyler vardı sanki ve izleyiciden beklenen reaksiyonu alamadığını söyleyebilirim. Kendini, sevdiğini ve tüm Aksaray’ ı yakabilecek kadar ateşli aşkını hiç ama hiç anlayamadığımız gibi o kararı alabilecek noktaya ne ara geldiğini de hiç yakalayamadık… 

  

Şans verilip, izlenebilecek bir oyun… Tiyatro, hayatımızın tam da kendisi :)

Evrenle Tanışmam

$
0
0
Kalabalıklar arasında bir olasılıktı dünyaya fırlatılışım. Fırlatılıp da öylece ortada bırakılışım. Acılarım çoğaldıkça sıradanlaştı. Kalbimin çoktan durmuş olduğunu ise çok sonraları fark ettim. Hiç sevilmemişliği kabullenişim kolay olmadı. Bazen sevilebilme ihtimalinin heyecanına kapılıp, yanılgı içinde olduğumu anladığım anlar, beni buna hazırladı. 
Kendi ayaklarım üzerinde durup, doğrulup, etrafa baktığımda; duygusal olarak diğer insanlardan çok daha yüksekteydim. Hiç kimseye hiç bir anlamda ihtiyaç duymuyordum. Tüm ilişkilere bakışım profesyoneldi. Yalnızlığımdan ve acılarımdan doğmuş, üç hamle sonrasının başıma gelebilecek tüm olası kötülüklerini hesaplayabilecek yeteneğe sahip olmuştum. Öyle kalın bir zırhtı ki kuşandığım, kimseyi yanıma yaklaştırmadım. Yaklaştırmaya değer de kimseyi bulamadım.
Hiç değişmez denilen yazgılar da değişebiliyormuş, Onu tanıyınca anladım. Nasıl dünyanın kirinden pasından uzak kalabilmiş bunca yıl şaşırdım. Bir marazı çıkacak diye temkinliydim ama zaman geçtikçe ilk şaşkınlığım yerini hayranlığa bıraktı. Gayet gerçek, hayatın içinde, dosdoğru bir insan. Eğer bir kitap olsaydı, ilk cümlesi 'gözlerindeki deniz' olurdu. Nasıl ki herkes izleyebilmek için sandalyesini denize çevirirse, ben de yönümü hep Ona çevirdim. Dudaklarından dökülen iyot kokulu, umut dolu sözleri dinledim. Hayat güzel, insanlar daha iyi görünmeye başladı gözüme, kalbim yeniden ısındı.

Göz göze geldiğimizde, gülümseyişlerimizle uzayan anlar; her seferinde gözlerindeki uçuruma düşmemle son buluyordu. Bu düşüş, kalbimin hızlanarak aşağıya doğru çekilmesiyle başlayan top yekun bir düşüştü. İnsanın soluğunu kesen bir düşüş. Buna engel olmak istediğimde, düşmemek için gözlerine tutunduğumda ise bir nehir gibi içine çekildiğimi ve ona doğru aktığımı fark ediyordum. Şairin de dediği gibi: ''Bende sizinle su olup, dünyaya akmak arzusu var...'' Hangisi daha iyiydi acaba, düşmek mi akmak mı...
Gündeliğin rutininde yanımda olmadığı zamanlarda hep aklımdaydı. Ve o aklımdayken bende engelleyemediğim yerleşik bir gülümseme vardı. Beni insanlara inandıracak kadar gerçeküstüydü. Tamamen tutarlı, her şeyi ile kendini destekleyen, özünden beslenen, cesur, bağımsız, tutkulu, heyecanlı, dürüst ve iyi bir insan. Bir numuneydi ve Onu kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Ancak hep derler ya 'hayat siz planlar yaparken, başınıza gelenlermiş' diye, çok doğru...

Hayatıma girişi kadar çıkışı da ani oldu. Gelişi nasıl delice bir tusunami etkisi yaratıp hayatımı ters yüz etmişse, gidişi de benzerdi. Önüme serdiği tüm güzellikleri tek tek toplayıp, geride hiçbir iz bırakmadan, denizin kıyıdan çekilişi gibi hayatımdan çekilmişti. Öyle büyük bir boşluk bıraktı ki ardında, bu giderek daha iyi anlayabileceğim, çok büyük bir görüş perspektifi demekti benim için aynı zamanda. 
Yıkılmıştım... Tüm evren bana küsmüştü. Onu unutmaya çalışmak nafile bir çabaydı. Zaten unutmak değil, hatırlamak, hayallerimde de olsa her anını tekrar tekrar yaşamak istiyordum. Seversin, kavuşamazsın aşk olurdu ama bazen de şiir olurdu ve ben şair olmuştum:)
.........Tekrar gülümser mi güneş bana, yıldızlar göz kırpar mı, üzerime yağmur yağar mı? Dolunay denizdeki oyunlarını gösterir mi bir kez daha. Bir sisin ardından gördüğüm bu dünya, barışır mı yeniden benimle. Ayağımda karamsarlığın tozu, kalbimde ipince bir sızı; ''gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi'' ve ben o geminin geceye attığı işaret fişeklerini yeni bir hayat zannetmeyeceğim bundan sonra. Olduğundan fazla anlamlar yükleyip sonra kumdan kalelerimin yıkılışı izlemeyeceğim. Benden kaçış yok, buradan çıkış yok, kapıları kapatırsan, duvarları yıkarım; yeni duvarlar yaparsan, içeri sızarım........

Günler geçtikçe içimde yanan kor soğumaya başladı. Canım daha az yansa da varlığını hep hissediyordum. Sevginin yüceliğine ve kendime şaşırıyordum. O olmasa da onu sevebiliyor, yaşayabiliyordum. Onu içime kattım, kalbini kalbime ekledim, yeni bir kan dolaşımı yarattım bizden. Yeni bir ben oldum. Acılarım zaman denen ağrı kesici ile buluştukça, yazdıklarım da giderek yumuşamaya başladı:)
............. Sakın bahsetmeyin bana bahar kokan ırmaklardan
Gökte bulutların pamuksu yumuşaklığından ve
Batarken güneş denizin üzerinde
Nasıl göz kırparak çapkın gülüşüyle
Geceyi ay ve mehtaba bıraktığından
Siz bana kalabalıklar arasında yakalandığım
Sönmüş bir kül yığını gibi duran yalnızlığımı anlatın
Yalnızlığımın duyulmayan sesini...........
Yokluğunu doldurmam tahmin ettiğim kadar zor olmadı. Bu süreçte yaralar aldım, yaralar verdim ama varoluş kavgasından büyük kazanımlarla çıktım. Evrenle tanıştım, evrene karıştım. Tedbirler alıp, acıdan kaçınmak, mutluluğu ıskalamaktı, anladım. Hayat bazen neyim var neyim yok hepsini çalan zorba bir hırsız; bazen de beklemediğim anlarda bana sürprizler yapan bir sevgiliydi. En sert rüzgarlarını, fırtınalarını gönderdiğinde karşı durmaya çalışmak yerine, esintinin ritmine uyup savrulmak daha az hasar veriyor; fırtınalar dindiğinde ve güneş tekrar parladığında ise dünya daha eğlenceli bir hal alıyordu. Yaşamın tahmin edilemezliği beni büyülüyordu. Ben kendimi ona bıraktım...
''Kapıyı kapattım, plağı değiştirdim, evi temizledim, tozdan kurtuldum. Geçmişte olduğum kişiyi bıraktım ve şu anda kimsem o oldum.*''
Alıntı:*Paulo Coelho - Zahir
Not: İllüstrasyonlar Wolfgang Lettl' e aittir.
Hikaye kurgusaldır.

Leyla İle Mecnun

$
0
0
Ankara DT-Büyük Oyunu
2 Perde - 1 saat 45 dakika
Yazan İskender Pala 
Rejisör Mustafa Kurt
OYUNUN KONUSU: Leylâ ile Mecnun’un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Leylâ ile Mecnun arasında geçen, birbirine kavuşamayan ve aşkları uğruna ölen iki gencin öyküsüdür.
OYUNCULAR:
Meddah Tunç Yıldırım - Pişekâr Kadri Özcan - Mecnun’un Babası Cevat Duman - Leylâ’nın Annesi Pervin Balcı - Mecnun’un Annesi Müge Sefercioğlu - Leylâ Damla Ece Hacat - Mecnun Muzaffer Saygı - İbn-İ Selam Cihan Kaymak - 1.Kadın Cansunur Şimşek - 1.Oyuncu Şahnur Dedeoğlu Kudat - 2.Kadın Pınar Uslu - 2.Oyuncu Mehmet Tolga Günay - 3.Oyuncu Baran Abdullah Şahin - 3.Kadın Özlem Kalkan - 1.Erkek Ümit Sert - 2.Erkek Umut Yüksel - 4.Kadın Pelin Caba Özveren
Leyla ile Mecnun’un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays İbni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle, Leyli ( Leyla ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk serüveni anlatılmaktadır. Aynı okulda okuyan Leyla ile Kays birbirlerine tutulurlar. Kays’tan ve ailesinden hazzetmeyen Leyla’nın babası kızını okuldan alır. Bu hem Leyla için hem de Kays için acı bir imtihanın başlangıcı olur. Kays, sinesini ateşlere yakar, asumana inler ve sonunda “Leyla, Leyla…” diyerek çöllere düşer, mecnun olur.
Leyla’nın babası tüm uğraşlara rağmen aracıları kovar, kızını Mecnun’a veremeyeceğini söyler. Mecnun çöllerde, Leyla evin içindeki hücrede aşka boyun büker, gözyaşlarını yüreğine katık yapar, ağlar, sızlar. Sonunda olan olur ve taş yürekli adam kızını alır bir görgüsüz kaba bir adamla nikâhlar. Bunu duyan Mecnun Leyla’ya talip olan adama öylesine bir ah eder ki adam düğün dernek görmeden yataklara düşer, Azrail’in ecel makasıyla ömrünü yele verir.
Derken aşk kartopu gibi büyür; evlere, çöllere, vadilere sığmaz hale gelir. Sinesi aşk oduyla yanan Leyla sahralara düşer, dağ-bayır ayırmaksızın Mecnun’u arar ve bulur.
Leyla, Mecnun’u bulur bulmasına ama Mecnun artık o eski Mecnun değildir. “Ben Leyla’mı buldum, sen kimsin?” der durur. Çünkü Mecnun’un dilindeki Leyla, Mevla’ya dönüşmüş, ilahi aşk beşeri aşka galebe çalmıştır. Leyla, artık Mecnun’un gözünde sıradan bir fanidir, herhangi bir kadındır.
Bu acı gerçek Leyla için sonun başlangıcı olur. Günden güne bir mum gibi erir, solar durur ve nihayetinde o da gök kubbenin altında sırlanıp kaybolur. Bunu duyan Mecnun, çölleri bırakarak Leyla’nın mezarının başına koşar. Ellerini açar ve Leyla’nın vesilesiyle bulduğu Mevla’sına halini arz eder “Beni de al Yarab!” diye dualar eder. Allah duasını kabul eder ve Mecnun’u da Leylasına kavuşturur.
Fuzuli' nin 1535 yılında mesnevi dilinde kaleme almış olduğu Leyla ile Mecnun efsanesinin, tiyatro uyarlamasının İskender Pala yorumunu izledim dün Ankara Devlet Tiyatrolarında. Bir oyunu izlemeden varsa eleştirilerini, yorumlarını, metnini okumayı ve ön araştırma yapmayı seviyorum. Bu oyun hakkında okuduklarım ise, beklentimi yükseltmemem gerektiği yönündeydi. 
Ancak yazımın en başında söyleyebilirim ki şiirsel anlatımı ve dili kullanışı oldukça farklı, herkese hitap etmeyen bir metne ve anlatıya sahip olması, bir oyunu başarısız yapmıyor bana göre :) Mustafa Kurt rejisini ve seçimlerini çok sevdim. Mecnun' un çölde âhular, ceylanlar, kurtlar ve kuşlarla arkadaşlık etmekte olduğu hayvan canlandırmaları çok güzeldi. Dekoru sade, kostüm seçimleri çok özenliydi, ışık kullanımı özellikle Kabe hologramı çok güzel düşünülmüştü. Hele müzik Can Atilla' yı tebrik ediyorum. Şarkılar harikaydı ve Murat Karahan'ın Leyla şarkısında sesini duymak güzel bir sürprizdi:) Metne bayıldım, tekrar izleyeceğim kesinlikle... Şiirsel metinlerde İkinci Katil' de olduğu gibi insan bazı detayları kaçırdığını düşünüyor, bazı yerleri çok beğeniyor o anda, ancak aklında tutamıyor. Neresine baksam başarılı ve alkışı hak eden bir iş olmuş. 
Gelelim oyunculuklara... Temsilde oldukça deneyimli sanatçılara çok genç sanatçılar eşlik ediyordu. Mecnun' u canlandıran Muzaffer Saygı' yı, Felatun Bey performansı ile beğendiğimi hatırlıyorum, o zamandan bu zamana oyunculuğunu daha da büyütmüş. Leyla rolü ile Damla Ece Hacat'ı ilk kez izledim ancak güzel bir tanışma oldu kendi adıma :)
Süre olarak kırkbeşer dakikalık iki perde, oldukça ideal ve tadında bir zaman yönetimi olmuş. Temsil ilk perdede durağan bir serim bölümü sunuyor izleyiciye. Koro halinde söylenen şiirsel replikler, iki tane anlatıcı eşliğinde ve görsel olarak başarılı bir koreografi ile... İkinci perde etkileyici bir kılıç dövüşü sahnesi ile açılıyor ve oyuncu performansları, konunun ilerleyişi ilk perdeye göre izleyici koltuklarında nabzı yükseltiyor. Eğer bu aşkı abartılı bulursanız size hak veririm ancak bu bir efsane ve oyunun sizi içine almasına izin vermezseniz eğer, çok anlamlı bir tiyatro deneyimi olmaz bu... Oyun sonunda, alkış sırasında, oyuncular ile izleyicilerin gözleri ıslak birbirini alkışladığı ve duygusal olarak bu kadar etkileyici, çok az oyun izledim.
''Ve oyunun açılış repliği: Leyla gecenin koynunda bir kız, Mecnun göklerde parlayan yıldız, Bu bir yürüyüş değil, aşk iklimine bir seferdir''
Kıraç, bu işin tanımını doğru yapmış :)
İki kişi birbirini sever de kavuşurlarsa mutluluk olur
Biri kaçar öbürü kovalarsa aşk olur
İkisi de sever lakin birleşemezlerse
İşte o zaman efsane olur (Kıraç-Zerda)

LEYLA ve MECNUN
Ey Rabbim! Aşk belasıyla beni tanıştır
Beni bir an bile olsa; aşk belasından ayırma!
Detlilerden yardımını uzak tutma.
Yani beni daha çok belalara müptela eyle!
Ben var oldukça, beladan, isteğimi uzaklaştırma!
Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister.
Sevgi belasıyla ağırbaşlılığımı gevşetme!
Ta ki dostlar beni kınayıp vefasız demesinler!
Gidip geldikçe, sevgilimin güzelliğini arttır,
Sevgilimin derdine beni daha çok mübtela et.
Ben nerede, mevki ve itibar kazanma nerede?
Bana yoksulluk ve yokluk ulaşma kabiliyeti ver
Senden ayrıyken, bedenimi öyle zayıf kıl ki,
Bahar yeli beni sana kavuştursun.
Fuzûlî’ nin nasibi gibi beni gururlandırıp,
Ey Rabbim, asla beni bana bağlı kılma!
Sonunda yar, ağlayıp inlememize acıdı ve
Bugün hüzünler evimize ayak bastı.
Gözyaşı yağmurum, demek, öyle tesir etti ki,
Gül bahçemizde taze bir gül dalı düşürdü.
Ah ateşinin bizi yaktığı,
Ayrılık gecesini aydınlatan meş’ aleden bellidir.
Eğer ağlayan gözümüzde uyku olsaydı,
Bu kavuşma uyku halinde görülen bir rüya demek mümkün olurdu.
Gördüğümüz bir hayal mi?
Yoksa sevgilinin yanımıza geleceği aklımıza bile gelmezdi.
Ey can ve gönül! Sevgili, misafirimiz oldu!
Neyimiz varsa, misafirimizin ayaklarına dökelim.
Ey Fuzûlî! Sevgilinin kasdı, canımızı almakmış.
Gel.. Güzel uğruna can vermeyi kendimize bir borç bilelim.
**
Fuzûli’ nin 1535′ te yazdığı
Leylâ ve Mecnûn adlı mesnevîsi

Sıdıka Hanım'ın Mezarı

$
0
0
Mağduriyeti hiç sevmezdi. Aslında sevmediği mağduriyetin edebi kısmıydı. Fakir edebiyatı evladım, derdi, hiç bana göre değil. Bu sebeple ne siyatiğinden bahsederdi sağlığını soranlara ne de son günlerde artık kendisini bile endişelendirmeye başlayan unutkanlığından. Apartman günlerine katılırdı katılmasına ama insanlar başladı mı anlatmaya hayatlarındaki en olumsuz şeyleri hem de bire bin katarak, bir gülme tutardı Sıdıka Hanım'ı engel olunamaz. Hele ki bir seferinde komşular ''A canım sen de aldın mı?' diye sorduklarında hiç de takip etmediği sohbete hazırlıksız yakalanmış, alınacak şeyin mezar yeri olduğunu anladığında ise önce bir şaşalamıştı. Komşuların her biri aldıkları mezar yerlerinin ah ne de güzel, ne de ferah, temiz havalı, manzaralı, saygıdeğer eşlerinin yanı başında olduğunu gayet de ciddi anlattıklarını görünce, tutmuştu yine bir gülme Sıdıka Hanım'ı, hem de komşuların o kınayan nazarlarının altında. Neyse yaşına hürmeten çok üstüne gelmeden kapandı da mevzu, aldı Sıdıka Hanımı düşündükçe bunaltan bir mezar yeri sorunu... Abdullah Bey vefat edeli olmuştu bir on yıl kadar ama ne onun ne de kendine bile hayrı olmayan oğlunun aklına gelmişti ileriyi düşünerek çift mezar yeri satın alınması.

Dert etti kendine, ya ortada kalıverirse, kim kaldırıverecek cenazesini... Adetiydi sabah fırına gider, ekmeğini, gazetesini alır gelirdi. Karşılaştığı eş dost ile selamı sabahı görev bilirdi. Ama yolda aklında hep aynı düşünce aynı kaygı ''bir mezar yerim olsaydı, ne vardı.'' Kimseye yol yordam sormaz, kendini ele güne güldürmezdi. Büyüttükçe büyüttü, gururundan kimseye de açılamadı. Ama aklından bu düşünceyi hiç çıkaramadı. Bu yaşta otobüsü durağı gözüne kestiremedi, attı kendini bir taksiyle, doğru şehir kabristanlığına. Mezarlıklar Müdürlüğüne dedi ki: ''Bir yakınıma almayı istiyorum güzel bir mezar yeri.'' Kıydı paraya, çevirdi kendine bir parsel dört kişilik aile mezarlığını. ''Kefen parası, kefen parası, elin ayağın tutuyorken her işini yapmalı, tırnağın varsa başını kaşı'' diyerekten... Mühim işti doğrusu, ileride dua edecekti o hayırsız evladı Sıdıka Hanım' a. Aldı tapuyu gururla, koydu cebine muzaffer bir edayla. Hele bir görelim bakalım, neresiymiş, ferah mı, çorak mı, varsa otu dikeni bir çocuk bulayım da yoldurayım ötesini berisini, yürüdü gitti T 21 Ada' nın 3500. parseline...

İşte orada görüverdi, Ramazan Bey' i... Giyimi kuşamı, pek özenli, duruşu, tavrı oraların hakimi, yol yordam bilen orta yaşlı bir beyefendi. Yaklaştı yanına ''Bu mezar yerini kendime alıverdim. Ne gerekiyorsa yapılsın ben vefat etmeden. Çevirelim dört mezarın etrafını, hazır olsun ebedi istirahat yerim gözlerim görüyorken.'' Ramazan Bey, döndü düşündü... İlk kez karşılaştığı bu talep karşısında biraz şaşırsa da, elini uzattı Sıdıka Hanım' a, ''yapacağız el birliğiyle size içinize sinen bir mezar yeri, merak buyurmayınız lütfen...'' Katologtan mermer seçimi, model seçimi, yazı seçimi, yazı tipi, parası, pulu için anlaştılar ofiste buluşmaya, bir hafta sonrasına..

İçi pır pır heyecanlı, sanırsınız ölüm gününe değil de düğün gününe bu telaşı. Bir de ketum ki alıp başını gidiyor sık sık, soranlara da ''eski bir ahbabımı ziyarete gittim'' den başka yok lafı. Konu komşu hem meraklı hem endişeli, bir türlü bir kılıf bulamıyorlar Sıdıka Hanım'ın son günlerdeki heyecanına, keyfine.. Sıdıka Hanım hop bankada, hop mezarlıkta, hop mezarcı dükkanında Ramazan Bey' in yanında. ''Soyunduk bu işe madem Ramazan Bey evladım, en iyisinden olsun mermeri.'' Ramazan Bey dayanamıyor günün birinde soruyor, ''efendim sizden başka üç kişi daha olacak ya kabristanda, kimleri düşündünüz acaba?''
Kimleri düşündü acaba, tek bir oğlundan öte kimseciği yok. Hoş oğlu da üç senedir hiç ortada yok. Ayda bir kere ararsa arar, hayırsızın biri. ''Ramazan Bey oğlum, sen yabancı değilsin, durum böyleyken böyle, bir oğlum var, var da, tam da var diyemiyorum işte.'' Ramazan Bey, farkında Sıdıka Hanım'ın hayatının gayesi, neşesi, manası bu mezar yeri, e paraya da meraklı kendisi, diyor; ''Bir düşüncem var Sıdıka Hanım Teyzeciğim, eğer haddini aştın demezseniz naçizane ileteyim.'' Sıdıka Hanım'ı alıyor bir heyecan, acaba ne fikir gelecek Ramazan' dan. ''Efendim, madem oğlunuzun akıbeti meçhul, aklınızda hali hazırda kimse de yok, diyorum ki ben, size layıkıyla şöyle, dört başı mamur bir anıt mezar mı yapsak, parselleri birleştirip, gönlümüzce? Gelip geçen de desin, kim bu muhterem, mühim kimse.'' Gözleri parlıyor Sıdıka Hanımın, e boşuna mı tekaütü PTT Müdürlüğünden, kaç yıllık emek, onca çaba, bir hayırsız evlat bir de koca... Hakkı yok mu şöyle geleni geçeni imrendirecek bir ebedi istirahathaneye? ''Yalnız, yeni projedir, şudur budur biraz maliyeti olur size...'' Yine de ağırlığından ödün vermiyor Sıdıka Hanım, düşüneyim diyor, evladım. Siz maliyetleri hesap edin, yarına geleyim ofise bir bakalım... 

Bir heyecan bir heyecan Sıdıka Hanım, sabahı sabah ediyor, gazete, ekmek, kahvaltı, banka, taksi hooop Ramazan Bey' in ofisinde alıyor soluğu. Başlıyor hummalı bir çalışma: Projeler, çizimler, çok yetenekli mimar arkadaşlar, kabartması, fotoğrafı, büstü, granit kalınlığı, gelenlere oturma yeri, osu, busu derken Sıdıka Hanım hiçbir özellikten taviz vermek de istemiyor, hep en iyisi en iyisi... Elinde avucunda ne var ne yok Ramazan'ın kasasına; Ramazan'ın kasa dolmuyor, Sıdıka' nın kese boşalıyor. Ve bankanın krediler memuresine emekli maaşını bağlayıp, yüklüce bir kredinin altına imzasını atıyor. 
Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor. Sıdıka Hanım'ın unutkanlığı arttıkça, anıt mezarın eksiği azalıyor. Sonrası mı? Sonrasını ne siz sorun ne ben söyleyeyim:

Sıdıka Hanım bir gün, araba altında kalan bir sokak kedisine cenaze töreni yaparken görülüyor, bir başka gün Ramazan Bey' e ''ne parası ne mezarı evladım'' diye sorduğu iddia ediliyor, yine bir seferinde komşularından birine ''o kadar sindi ki içime hemen ölesim geliyor'' demiş, bazı gün ışığı sabaha kadar açık, bazı gün evinin yolunu şaşırıyor, polis nezaretinde giriyor eve. Bazen bir hafta ortadan kayboluyor, bazen apartman görevlisine çıkışıyor, sen kim oluyorsun diye, bir gün de bahçede oynayan mahalle çocuklarına mevzuu ölmek ise bunu da en layıkıyla ben yaparım çocuklar diye nutuk atıyormuş. Komşular ne yapsak, nasıl yapsak, oğluna mı haber versek, huzurevine mi yatırsak diye düşünürken, en nihayetinde naçiz vücudu soğuk bir kış günü, anıt mezarının ziyaretçi oturağında, cansız bulunuyor. Kimdir, nedir demeden, hemen Ramazan Bey koşup geliyor; onca ekmeğini yemiş, hatırlı saygıdeğer merhumeye sahip çıkıyor. Öyle de bir günde vefat etti ki rahmetli diyor, dün son rötuşlerini de tamamlamıştık mezarın. En son eksik kalan mezar taşına yazılacak manzumeye cüret gösterip kendisi karar veriyor:

''Dünyada en güçlü insan, en yalnız duranmış. 
Mağdur ve komik olmaktansa, mağrur ama trajik bir hikayenin kahramanı olmayı seçen çok değerli Sıdıka Hanım, ebedi istirahathanende huzurla uyu...''

Not: İllüstrasyonlar Zdzislaw Beksinski' ye aittir.
Hikaye kurgusaldır.

Vatan Yahut Namık Kemal

$
0
0
Büyük Oyunu -ADT
1 Perde - 40 dk
Yazan Ergun Sav
Rejisör Faruk Günuğur
OYUNCULAR:
Anlatıcı Namık Kemal Faruk Günuğur
İslam Bey Hasan Çağrı İlikoğlu
Zekiye Eylül Çakıroğlu
Kafko İsmet Tamer
Ud Taksimi Kerim Kocaman
OYUNUN KONUSU:
Büyük vatan şairi Namık Kemal'in kişiliğini, vatan ve hürriyet aşkını ve de tiyatro anlayışını anlatan bir oyun.
21.12.1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. 02.12.1888'de Sakız Adası' nda öldü.
Namık Kemal Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu, gazeteci, devlet adamı, ünlü yazar ve şairdir. Özellikle "İntibah" isimli romanı ve "Vatan, Yahut Silistre" isimli tiyatro oyunu ile tanınır. Asıl adı Mehmed Kemal'dir.
Türk Edebiyatında öncü niteliği bulunan şair ve tiyatro yazarıdır. "Vatan şairi" olarak da anılır.Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey'dir. Annesini küçük yaşında yitirince çocukluğunu dedesi Abdüllâtif Paşa'nın yanında, Rumeli ve Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçirdi.
1863'te Babıali Tercüme Odası'na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu.1865'te kurulan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın sonucu 1867'de kapatıldı.Namık Kemal, İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Erzurum'a vali muavini olarak atandı.
Bu göreve gitmeyi çeşitli engeller çıkarıp erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Ziya Paşa'yla birlikte Paris'e kaçtı. Bir süre sonra Londra'ya geçerek M. Fazıl Paşa'nın parasal desteğiyle Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Ama Ali Suavi'yle anlaşamaması üzerine Muhbir'den ayrıldı. 1868'de gene M. Fazıl Paşa'nın desteğiyle Hürriyet adı altında başka bir gazete çıkardı.
Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu, Avrupa'da desteksiz kalınca, 1870'te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa'nın çağrısı üzerine İstanbul'a döndü.Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872'de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete hükümetçe dört ay süreyle kapatıldı. Namık Kemal gene İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistire oyunu, 1873'te Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde halkı coşturup olaylara neden oldu. Bu haberi İbret gazetesinin yazması üzerine o sırada İstanbul'a dönmüş olan Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa'ya sürgüne gönderildi.
1876'da I. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi'yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca II. Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı kapatması üzerine tutuklandı. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası'na sürüldü. 1879'da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884'te Rodos, 1887'de Sakız Adası'na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu'da Bolayır' da gömüldü.
                                      
Vatan Yahut Namık Kemal, tiyatro oyunundan çok anlatı türünde bir gösteri. Oda tiyatrosunda sahneleniyor ve  Oda tiyatrosunun samimi atmosferini ben çok seviyorum. 

Anlatının hem rejisinde hem anlatıcı olarak aynı deneyimli ismi görüyoruz: Faruk Günuğur. Faruk Günuğur' u pek çok televizyon dizisinden anımsayabilirsiniz. Sahnede duruşu, sesini kullanışı, tonlaması, mimik ve hareketleri ile izleyiciye kendini ilk dakikalardan itibaren kabul ettirdiğini ve ağırlığını hissettirdiğini düşünüyorum.
Metinde Namık Kemal' in hayatına ve eserlerine yer veriliyor. Ve tabii şiirlerinden, eserlerinden bazı bölümler seslendiriliyor. Ancak bu durum metnin eski Türkçe ağırlıklı olmasına sebep oluyor. Benim bile zaman zaman anlamakta zorlandığımı düşünürsek, 40 dakika gibi kısa bir süre olmasına rağmen çocuk izleyiciler için ağır bir metin olduğunu ve sıkılabileceklerini söyleyebilirim.
Temsildeki canlandırmalar yerli yerinde kullanılmıştı. İzlemeyi kolaylaştıran, akıcılığı artıran, başarılı ve tamamlayıcı unsurlardı. Canlandırmaları yapan oyuncuların performansları da iyiydi. 

Son olarak, sade dekor ve ışık kullanımını da beğendiğimi söyleyebilirim. Çok büyük beklentilere girmeden, izlenebilir bir gösteri olmuş. Anlatının Namık Kemal' e yakın hisseden, hissetmeyen herkese bir şeyler katabileceğini düşünüyorum.

48 yaşındaki genç ölümünden kısa süre önce yazdığı dizeler ile yazımızı noktalayalım:
“Ölürsem görmeden millete ümid ettiğim feyzi;
Yazılsın seng-i kabrimde;
Vatan mahzun, ben mahzun.”

Amak-ı Hayal

$
0
0
AMAK-I HAYAL - DİYARBAKIR DT
Büyük Oyunu
1 Perde - 1 saat
Yazan: Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi
Eski Türkçeden Çeviren: Dursun Gürlek
Oyunlaştıran: Ahmet Açıkgöz
Yöneten: İpek Atagün Gezener
OYUNCULAR: Aynalı Hürmüz/ Buda Ömer Eryiğit - Raci/Hikmet Kerem Corogil - Peri/ Şeytan/ Cadı Melis Ayın - Ehrimen Şamil Kankul - Nifak Mazlum Sümer - Genç/ Muhabbet Yasemin Arpa - Gazap Erkan Aytemur - Aşk Caner Taş - Nefs-i Emmare Hatip Baran - Felsefeciler Tantan/ Tontonlar Alimler Dervişler/ Kravatlılar Hasan Ergün, Eylül Aldanmaz, Furkan Dikici, Caner Taş, Erkan Aytemur, Şamil Kankul, Yasemin Arpa, Melis Ayın, Rojda Çevik, Mazlum Sümer, Hatip Baran - Ses Ömer Eryiğit Erkan Aytemur
OYUNUN KONUSU: Raci aklının içi sorularla dolu bir genç.. İran’dan Satürn’e, Çin’den Jüpiter’e, İstanbul’dan Güneşe kadar uzanan macerası, sorgulayıcı huyu sayesinde eğlendirici ve düşündürücü bir yolculuğa dönüşüyor.

Öncelikle Amak-ı Hayal ne demekmiş merak ettim ve 'Derin Hayaller' ya da 'Hayalin Derinliklerinde' gibi çevirilerle karşılaştım. Oyunun yazarı; Materyalizme karşı tinselciliği savunarak gelenekteki kelami düşünceden, felsefeye geçişi temsil eden II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı felsefecisi Filibeli Ahmet Hilmi, 1865’de Filibe’de doğmuş, 1914’de İstanbul’da ölmüş. Amak-ı Hayal' i ise 1910 yılında yazmış.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosunun Ankara turnesinde 'Yerli Oyunlar Haftası' kapsamında Akün Sahnesi' nde izleme şansı bulduğum bir eser oldu. Eserin konusu şöyle; iyi yetiştirilmiş ve inançlı, üniversite öğrencisi bir genç olan Raci; maddi ve manevi ilimleri öğrenir, ardından pek çok kitap okur. Fakat öğrendiği bilgi yığını arasında kendini huzursuz ve şüphe içinde hissetmeye başlar. Derken bir gün, şehrin mezarlığında yaşayan Aynalı Baba ile karşılaşır… Ve onun rehberliğinde dokuz gün boyunca hayalin derinliklerine dalar. 
Mistik, soyut, felsefi, metafizik, tasavvufi bir deneysel oyun... Deneysel çünkü izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini bilmiyorsunuz, belki bir risk ama alınması gereken bir risk. Felsefeden, farklı deneyimlerden keyif almayanlar için uzak durulması gereken bir oyun olduğunu düşünsem de bu çalışmalar da yapılmalı, devlet tiyatrolarına alternatif açılımlar getirilmeli diye düşünüyorum. Daha önce Terörist' i izlediğimde benzer duygular bırakmıştı bende. 
Oyunda Raci' nin okuduklarından, öğrendiklerinden tatmin olmayıp büyük bir akıl karışıklığı yaşadığına ve Aynalı Baba rehberliğinde çıktığı iç yolculuğa ortak oluyoruz. Her manevi arınmada olduğu gibi onun karşısına da karşı koymanın çok güç olduğu nefsi ve arzuları çıkıyor. Ve her beşer gibi isteklerine yeniliyor, ikinci şanslar istiyor.
Metin hakkında hiçbir fikri olmayanlar için bütünlüğü yakalamak biraz zor olsa da doğrudan izleyici koltuğuna oturanlar için de anlam bulabilecek bir yapım. Modern dans ile, bağımsız cümlelerin güzel harmanlandığı, görsel olarak etkileyici denenmesi gereken bir lezzet çıkmış ortaya.
Aynalı Baba performansı ile Ömer Eryiğit, Raci performansı ile Kerem Corogil oyunun lokomotifi konumundaydı. Her ikisini de oldukça beğendiğimi, özellikle Ömer Eryiğit' i ses tonu, tonlaması ve dinginliği ile çok sevdiğimi söyleyebilirim. Rejide İpek Atagün Gezener de bir alkışı hak ediyor kesinlikle.

Oyun alışageldiğimiz devlet tiyatroları standartlarının biraz dışına davet ediyor bizi. Tiyatroseverlerin Ankara' da kaçırdılarsa da bu yönüyle akılda tutmaları gereken bir temsil olduğunu düşünüyorum...
Var mıyım, yok muyum, gerçek miyim yoksa bir düş müyüm ? 'Gerçeği bulmak için yürümeye devam etmek gerek' ve bu noktada tiyatro hayatın gerçeği, gerçekliğin kendisidir... 
İyi ki tiyatro var :)

Not: Eğer ilginizi çektiyse ve vaktiniz varsa : https://www.youtube.com/watch?v=L0LxnjQnCDE

Uçmak “HEZARFEN AHMED ÇELEBİ”

$
0
0
UÇMAK “HEZARFEN AHMED ÇELEBİ” - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 2 Perde - 2 Saat 25 Dakika
Yazan Ömer F. Oyal
Rejisör Hakan Çimenser
OYUNCULAR:  Ahmed Çelebi: Tolga Evren  - Lagâri Hasan Çelebi: Emir Çiçek - Evliya Çelebi: Fikret Urucu - Yusuf Ağa / Dizdar: Orhan Kurtuldu - Ayşe Hanım: Ebru Unurtan Urağ  - Süleyman Efendi: Erdoğan Aydemir  - Gülfiraz: Zuhal Acar - Mustafa: Efe Erkekli, Onur Ulutaş - İbrahim: Bilal Ercan - Avcı: Eray Cezayirlioğlu  - Evliya Çelebi’nin Yazıcısı: Kubilay Ünal - Çocuk Ahmed: Ömer Faruk Çalışkan - 1. Çocuk Ege Demirci - 2. Çocuk Burak Batın Çelik
Halk, Ciğerci, Kahveci:  Abdurrahman Merallı, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim,Muhammed Yıldız, Umut Akbıyık, Onur Ulutaş, Ahmet Kurt - Semazen: Abdurrahman Merallı - Şenlik Ekibi:  Abdurrahman Merallı, Ahmet Kurt, Başak Ova, Başak Rana Baysal, Canan Demirli, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim,İrem Dilaver Ayturan, Kubilay Ünal, Muhammed Yıldız, Onur Ulutaş, Osman Eren, Özlem Karataş, Umut Akbıyık
OYUNUN KONUSU: 17. Yüzyıl İstanbul'unda gönlüne aklına uçmak fikrini sabitlemiş bir bin ilimli Ahmed Çelebi. Nişapur Camii'nden havanın o tatlı, insanı çeken boşluğuna kollarında kapı kanatlarıyla kendini bırakan Cevheri'nin izinden giderek kuşların uçuşlarını inceleyen ve insanların bir türlü anlayamadığı bir garip insan. Ne karısı, ne cariyesi bu isteğine anlam vermekte ne de etrafındaki diğer insanlar. Bir iz bırakma gayesi peşinde rakibi Lagari Hasan Çelebi'yle bir kavgalı bir fikir teatisinde Hezarfen. Varsa yoksa uçmak; havada süzülmenin kendine çeken duygusuna, düşüşün âlemlere sığmayan korkusu ve zevkine ulaşmak için tüm benliğini ortaya koymuş bir adam. Sultan IV. Murad'ın bu gayesinden haberi olmasıyla artık ciddiyete binen uçma sevdası, Hezarfen Ahmed Çelebi'nin hayat ve ölüm arasında gidiş gelişlerine dönüşür. Ya uçuş mümkün olacaktır ya da güneş o olmadan doğacaktır İstanbul'un üstüne...
İstanbul Devlet Tiyatrosunun yeni sezon oyununu, Ankara turnesinde 'Yerli Oyunlar Haftası' kapsamında Cüneyt Gökçer Sahnesi' nde izleme şansı buldum. Şu ana kadar izlediğim tüm oyunlar içerisinde oldukça üst sıralara yerleştirebileceğim, unutulmayacak bir yapımdı. Umarım tekrar izleyebilme fırsatı bulurum.
Perdenin açılışı tam bir görsel şölendi. Kendinizi bir panayırın, bir sirkin ortasında gibi hissediyorsunuz. Işıklar, sesler, kostümler, hokkabazlar, pehlivanlar, cambazlar, ateş çevirenler, tahtabacaklar ile nerede olduğunuzu unutuyorsunuz. Hareketli ve dönemin ezgilerini içeren müziğe şu ana dek hiç görmediğim ve çok beğendiğim bir ışık yönetimi eşlik ediyor. Işık ve görsel efektlere özellikle değinmek istiyorum. Çünkü sahneye yansıtılan görüntüler çok başarılı ve olay örüntüsü içerisinde çok yerli yerindeydi. Ahmet Çelebi' nin gördüğü rüya sahneleri sis eşliğinde çok güzel anlatılmıştı.
Sahnenin tam ortasına Galata Kulesi, daire şeklinde döner bir platformun üzerine yerleştirilmişti. Kulenin üzerine ışıkla yansıtılan tuğlaların sahne değişimlerinde uçarak yok olması, kulenin iki yanına yine ışıkla yansıtılan kanatlar hoştu. Arka planda ise değişen bazen deniz bazen şehir manzarasına bürünen görüntüler vardı. Sol taraf Ahmet Çelebi' nin evi, çalışma alanı olarak konumlanmış, sağ taraf ise kahvehane olarak düşünülmüştü. Dekor ve sahne kullanımını çok beğendiğimi belirtmeliyim.
Oyunun metni Ömer F. Oyal tarafından yazılmış ve Evliya Çelebi' nin Seyahatname' sine dayanıyor. Buna göre, Hezârfen Ahmed Çelebi 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi' nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakmış ve uçarak İstanbul Boğazı' nı geçip 3558 metre ötede Üsküdar' da Doğancılar' a inmiş. Eserde, tüm bu sürecin öncesinde yaşadıkları, bu haberin dönemin padişahı Sultan 4.Murad'ın kulağına kadar gitmesi, çevresindeki hiç kimsenin ona inanmayışı, tüm olumuz koşullara rağmen tutkusunun peşinden giderek, amacına ulaşması konu ediliyor. Atlama zamanı belirginleştiğinde; Ahmet Çelebi' nin zevcesi ve cariyesi de dahil olmak üzere tüm herkesin onun ölüme atladığına neredeyse emin olması, sadece kendisinin atlamayıp uçacağını bir çok kez ifade etmesi, çok başarılı bir şekilde anlatılmış diye düşünüyorum.

Oyunculuk anlamında Ahmet Çelebi performansı ile Tolga Evren olağanüstüydü. Uçma tutkusunu ve gözlerindeki kıvılcımı görebildik. Bir kez uçtu ama o anı hayallerinde bize defalarca kez yaşattı. Oyunun sonunda, ip üzerinde yürüme sahnesi unutulmazdı. Hezarfen'ı oynamadı adeta Hezarfen oldu. Lagari' ye hayat veren Emir Çiçek ve Evliya Çelebi' yi canlandıran Fikret Urucu başta olmak üzere oyunculuk performanslarının çoğu başarılıydı. Gülfiraz rolü ile Zuhal Acar'ı donuk bulduğumu ondan herhangi bir duygu geçişi alamadığımı söyleyebilirim sadece.

Hakan Çimenser, reji koltuğunun hakkını vermiş kesinlikle seyir zevki veren harika bir iş çıkmış ortaya. Bu büyük prodüksiyonda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Uzun zaman sonra böyle harika şeyler de yapılabiliyormuş dedirten bir oyun izledim.
Ek bilgi olarak oyuna, THY' nın sponsor olduğunu okudum bir yerlerde...

Bir ek bilgi daha; 17. yüzyılda yaşayan Ahmed Çelebi' nin "Hezârfen" diye anıldığı bilinir. Hezâr, Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir. Hezârfen ise "bin fenli" (bilimli) yani "çok şey bilen" anlamına gelirmiş.

Seyahatname' den :
"İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: 'Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil,' diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu."

Toz Olup Yok Olmak

$
0
0
Eğer nereden başlayacağını bilmiyorsan en baştan başla anlatmaya derdi annem, ''senin için en başı neresiyse'', ben de öyle yapacağım;

- Lüksten hiç hoşlanmam Şansel' ciğim. Sonradan görmelerin bu mal mülk, ev bark, kendilerini ispat çabalarını gülünç ve zavallı bulurum. Ben kaliteyi severim. Tüm tercihlerim lüksten uzak ama kaliteye yakındır. Sen de öyle olmalısın... Asalet: duruşundur, bakışındır, elini kaldırışındır, söze başlayışındır; nezaket: insanlara gösterdiğin tavırdadır, kimseyi tepene çıkartmayacaksın lakin küçümsemeyeceksin de... Kibrini içinde yaşayacaksın, dışarıya mütevazi görüneceksin. Dostlarını iyi seçeceksin kızım. Bu dünyada en zor şey insanları tanımak. Öyle apar topar kimseyi almayacaksın hayatına. Acele etme, tanı, yaşa, deneyimle, bekle, sabırlı ol. Bak kızım servetimiz sana da torunlarıma da yeter de artar, unutma. Bunu sana gösteriş yap diye söylemiyorum, güven kendine, kimseye ihtiyacın yok senin. Asalet, nezaket, görgü, servet tek başına anlamsızdır bilesin. Bilgi ile harmanlayacaksın, bilgi ile yani eğitim ile. Eğitim olmazsa bu saydıklarımın hepsi  havada asılı durur, ilk rüzgar esişinde balon gibi uçar gider. Eğitimin yanında sanata, edebiyata kayıtsız olmayacaksın asla. Genel kültür dediğin şey kızım, senin toplumdaki statünü belirler. Herkesin genel kültürü var mühim olan bunun içeriği...
Tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca dinlediğim ve artık ezberlediğim bu cümlelerin, bir süre sonra sürekli kendini tekrar eden bir iç sese dönüştüğünü söyleyebilirim. Size biraz kendimden bahsedeyim, oldukça iyi bir kolej eğitiminden sonra ülkenin en prestijli üniversitesinde tıp eğitimi aldım. Hemen sonrasında (Benim kızım öyle gece yarılarına kadar nöbetlerde mesailerde olmamalı. Cerrah olup gecesini gündüzüne katmamalı. Açarız sana bir klinik, botoks, dolgu, mezoterapi derken keyifle yaparsın mesleğini. Aklını kullanacaksın, Cildiye Uzmanı olacaksın Şansel) hiç beklemeden dermatoloji eğitimimi tamamladım. Tüm bunları yaparken duruşuma, bakışıma, ölçülü tevazuma dikkat etmekten dışarıda akıp giden hayatta ne olup bitiyor hiç anlayamadım. Kendimi bildim bileli özen gösteriyorum ben tavrıma edama dikkatinizi çekerim, kolay değildir yani bu durum. Üç yaşında su içerken serçe parmağımı kaldırıyordu annem. Arkadaşlarımın arasında dedektif gibi gezdim hep. Kimi alsam hayatıma, acele mi ediyorum yoksa diye düşünmekten tek bir kalıcı dostluğum olamadı. Kendimi bırakamadım hiç, sürekli mürebbiye gibi kendi kendimin başında durdum. Ne işin var orada Şansel, yakışır mı sana Şansel, aman belli etme istekliliğini Şansel, dur Şansel, dön Şansel diye diye aslında kim olduğumu, ne istediğimi hiç sorgulamadım. Zorlu eğitim hayatım boyunca sıktım dişimi, bilgimi görgümü artırırken, sanatı, edebiyatı da ihmal etmedim. Depresyona girecek zamanım olsa hemen girecektim, ama zamanım olmadı. Annem planladı, Mürebbiye Şansel uygulattı, ben yaptım ve üçümüz annemin tüm projelerini gerçekleştirdik beraberce. Sonra bir şeyler yolunda gitmedi ve yavaş yavaş sorunlar başladı.
Kliniğin, nerede olması gerektiği, dekorasyonu, personeli, tüm yasal süreçleri ve diğer her şeyi içeren prosedürler zinciri annemin yeni projesiydi. Ben ise ikincil proje... Düşüncelerime o ana kadar hiç olmadığı gibi yine ihtiyacı yoktu. Annem herkese sorgulanamaz talimatlarını yağdırırken, o uğraş içerisinde ilk kez beni biraz unutmuş gibiydi.
Bir akşamüstü serinliğinde, penceremden sonbaharın sürüklediği yaprakları izliyordum. Annem telefonda iç mimar ile hararetli bir tartışma içerisindeydi. Annemi düşündüm, tüm çocukluğumun her dediğini yaptıran, çığırtkan telaşlı martısını... Ve ne zaman ona balık vermeye kalksam beni yutmaya çalışmasını. Yaprakların rüzgarda öylece sürüklenmesini, düşünmeden annemin talimatları doğrultusunda sürdürdüğüm yaşantıma benzettim. Hevesim yoktu, hedefim yoktu, sadece yapmam ve yapmamam gerekenler listesi vardı. 25 yaşındaydım, ne güvenebileceğim bir dostum ne de arayıp vakit geçirebileceğim bir arkadaşım vardı. İçimde öfkenin önce sızladığını hissettim, sonra o sızının yakıcı bir maddeye dönüşüp, damarlarımda yavaş yavaş ilerlediğini... Ve göğsüme ulaştığında o sızının bin tonluk bir kütleye dönüşüp, beni nefessiz bıraktığını. Bir panik ataktı bu, nefes alamıyordum. Boğuluyordum. Can havliyle ve bilinçsizce elimi çekmeceye uzatıp kırmızı reçeteli ilk ilacımı içtim. Yaklaşık yirmi dakika sonra o kütle yavaş yavaş göğsümün üzerinden kalkarken, ruhumdaki bulutların da yavaş yavaş dağıldığını ve daha mavi daha beyaz bir gökyüzünün belirdiğini fark ettim. Ve zihnimde yanıp sönen bir yazı gördüm: bu hala benim hikayemdi, ister kapkaranlık fırtınalı denizlere yol alır, istersem sütliman bir koyda beklerdim, belki dümeni anneme verir ya da bilinmezlere sürerdim, ister bu gemiyi açık denizlerde batırır ya da bir tersaneye çekerdim, her ne istersem yapabilirdim, hala baş rol bendim...
Sonraki günlerde bir kaşifin doymaz merakı ve bir düşünürün derin görüş perspektifi ile kendimi aradım. Yorgun ruhumu yokladım, tanımaya, anlamaya çalıştım. Onca yılı, kendimle arama nasıl pervasızca sokabilmiştim. Şimdi kendimi ulaşılmaz sisli bir dağın ardında belli belirsiz bir siluet olarak görüyordum. Upuzun gecelerde uykumu, karanlık sokaklarda yolumu, koskoca evrende kendimi kaybetmiştim. Yürüdüğüm her yol, baktığım her yön, zihnimdeki her fikir anneme çıkıyordu. Bir çıkmaz sokaktı benliğim, bir hapishaneydi, onunla kuşatılmıştım. Kendimle aramda yıkılmaz bir duvardı varlığı. Her geçen yıl biraz daha kalınlaşan, beni giderek kendimden uzaklaştıran güçlü bir duvar. Bu duvarı ne pahasına olursa olsun yıkmaya karar verdim. Sonuçlarına hazırdım, enkazın altında kalacak olsam da...
Zaman hızlı ilerliyor, uyumadan önce benzodiazepin içerikli bir şey almamışsam uyumam mümkün olmuyordu. Dış görünüşüm, temizlik, sağlık gibi kavramlar benim için tamamen önemini yitirmiş, hayatımın amacının annemi, dolasıyla bu projeyi mahvetmek olduğuna inanmaya başlamıştım. Kendimi bulabilmek için bunu yapmak zorundaydım. Sonrasında Simurg olup, yeniden doğardım belki ama şu an ilgilendiğim daha çok ilk aşamaydı. Annemin durumu fark etmesi uzun sürmedi. Aramızda yüksek gerilimli güç savaşları da böylece başlamış oldu. Önce 'kendine gel Şirin, sen ne yaptığını sanıyorsun, her şeyi mahvedeceksin, iyice kontrolünü kaybettin artık' içerikli bir ikaz ateşine maruz kaldım. Bu keyfimi iyice yerine getirmişti. İki haftadır banyo yapmıyordum ve saçlarımın rastalı gibi olan hali hoşuma gidiyordu. Dışarıda harika arkadaşlar edinmiştim ve edinmeye devam ediyordum. Gerçi çoğunu ertesi gün hatırlamıyordum ama birlikte çok eğleniyorduk. Akşama doğru evden çıkıyor ve sabaha karşı geliyordum. İlk ciddi madde kullanımını bu gecelerden birinde annemin kredi kartıma bloke koyduğunu öğrendiğimde yaptım. Annem artık silahını üzerime doğrultmuştu tabi ki ben de öyle. İkimizin hedefinde de ben vardım. O gün ve izleyen günlerde eve gitmedim.
Beni bulduklarında terk edilmiş izbe bir inşaatta şimdi çok bahsetmek istemeyeceğim kadar kötü bir durumdaymışım. Annem büyük bir gizlilik içerisinde en güvendiği dostlarını devreye sokarak duruma el koydu. Şu an bu hayati projesinin başında, çok gergin ve biraz da bana karşı anlayışlı görünmeye çalışıyor. Yine ne yapacağımı anlatmaya başladı: 'Olur böyle kayıp dönemler herkesin hayatında Şanselciğim. Sen bir hata yaptın, hatalar biz insanlar içindir. Mühim olan gerekli dersleri çıkarıp, bundan sonrası için hayatımıza doğru bir şekilde yön verebilmekte. Asaletimizi ve nezaketimizi her koşulda koruyacağız, kimseye malzeme vermeyeceğiz. Hele ki akbabalar gibi haber peşinde koşan gazetecilere hiç. Biz bu ülkenin ileri gelenleriyiz, bizde öyle kayıp giden çocuk olmaz. Bu sorunu çözeceğiz. Yaşadın gördün nasıl hayatlar var, sen şanslısın ki ben varım. Ne gerekirse yapacağım, kliniğin de hazır seni bekliyor. Öyle güzel oldu ki, nasıl beğeneceksin, sabırsızlanıyorum görebilmen için. Aklını başına topla kızım, kendini ziyan etme. Ben zaten hep yanındayım, ben varken, sakın korkma.''

- Ama ben var oldukça sana rahat yok anne. Bir an önce kurtulmalıyım bu hapishaneden. Annemin kayıp dediği hayatıma devam edebilmek için kurtulmalıyım. Asaletten de nezaketten de nefret ediyorum. 'Rezalet ve sefalet' ise tam bana göre. Artık çok güçlü bir hedefim var, annemin projesini yani kendimi yok etmek. Zaten hiç var olmadım ki... Parçalarıma ayrılana dek savrulmak istiyorum. Beni bulamasınlar, annem beni bulamasın. Toz olup, kaybolmak, buhar olup, yok olmak istiyorum...

Not. Öykü kurgusaldır.
Görseller Gabriel Pacheco e aittir.

2019' dan Kalanlar

$
0
0
Ne güzeldin 2019, ne çabuk bittin:) 
Bu sene dünya ne kadar hızlı döndü kendi etrafında ve gece ile gündüz ne kadar hızlı yer değiştirdiler. 
Biz de bu hız içerisinde yakalayabildiğimiz mutlu anlarımızı notlarımız arasına eklemek istedik: 
Kuzenlerimiz; yanlarında olmaktan hep mutluluk duyduğumuz, yanlarında hep güvende hissettiğimiz, birbirimizi çok iyi anladığımız, birlikte çok eğlendiğimiz kuzenlerimiz ile bu sene çok zaman geçirdik.
Birlikte büyüdükçe, birbirimize daha çok bağlandık. Güçlü ittifaklar kurduk. Birbirimizi anne-babamıza karşı savunduk. Evin içinde adeta yapışıktık. Ortak ilgi alanlarımız, kendimize özgü esprilerimiz ve ayrı bir dilimiz vardı. Birbirimize her konuda destek olduk, yardım ettik.
Teyzelerimiz hep çok komik, hep çok güzel yemekler yapan, bize hediyeler alan, bizimle gülebilen, bazen yetişkin gibi hissettiren, ufkumuzu açan, bizi şaşırtan ve iyi ki hayatımızda olan teyzelerimizle çok güzel zamanlar geçirdik.
Kalabalık aile buluşmalarında çocuk olmanın tadını hep hatırlayacağız. Kalabalık olmaya ve arada kaynamaya bayılıyoruz çünkü. Çünkü böyle kalabalık ortamlarda yetişkinler başka şeylerin telaşına düşer ve bize de bol bol ekrana bakma süresi kalır:)
Antalya, Adana, Hatay, İskenderun ve Altınoluk bu sene yaptığımız seyahatlerdi. Gelecek sene için daha çok gezi planı yapmaya karar verdik.
Bol bol kitap okuduk, müze gezdik ve çok çok oyun izledik. Fazla spor yapamadık ama uzun yürüyüşleri ve açık alanlarda zaman geçirmeyi her fırsatta tercih ettik.
Yolculukları çok sevdik. Yaptığımız gezilerden keyif aldık. Bir yetişkin kadar dayanıklı, istekli ve heyecanlıydık.
Bu sene Elif 7. sınıf, Eren ise 6.sınıf öğrencisi oldu. Ve Elif 12, Eren ise 11 yaşını bitirdi.
Bu yaz her yıl olduğu kadar çok Altınoluk' ta kalamadık ama yine de denizin, havuzun ve yazın tadını çıkarabildik.
Büyüklerimizle ne mutlu ki bu sene de birlikte güzel zamanlar geçirdik. Dedemizin anılarını dinleyebildiğimiz için, anneannemizin böreklerini yiyebildiğimiz için, her an babaanne, amca ve halamızla birlikte olabildiğimiz için çok şanslıyız.
Aile olduğumuzu, birlikte güçlü olduğumuzu, her koşulda birbirimize bağlı olduğumuzu ve sorunlarımızın çözümünde hep birbirimize destek olacağımızı bu sene biraz daha iyi anladık.
Arkadaşlarımız hayatımızda önemli bir yere sahipti. Birlikte mutlu olduğumuz, bizi önemseyen, hayatımıza değer katan herkese teşekkür ediyoruz♥
Bu yılın Şubat ayında Elif, Sevr Antlaşmasını imzaladı :P
(Çok üzgünüm Eren ama tesadüfen karşıma çıkan bu antlaşmanın tarihin tozlu sayfalarında yok olup gitmesine izin veremezdim:) Ahh kızım, nasıl imzalarsın sen bunu :)
12 yaşını bitirirken Elif ilk akıllı telefonuna kavuştu. Çok istedi, çok bekledi ve sonunda aldı. Bazen bu konuda sorun yaşasak da telefonuyla ilişkisini makul ve kabul edilebilir düzeyde koruyabilmeyi başardı. 
Elif bu sene çok çizdi. Sayfalarca, defterler dolusu... Bunları bizden köşe bucak sakladı, beğenmedi, göstermedi. Bir süre sonra bizden ''Paint Tool Sai'' isimli bir çizim programı ve ''wacom'' marka bir çizim tableti istediğini söyledi. Şimdi bol bol çizmeye devam ediyor:)
Bu yıl kaç gün batımı kaç gün doğumu izledik; kaç kez yağmurda ıslandık, kaç kez sürüklendik rüzgarda; kaç kez umutsuzluğa kapılıp, kaç kez kendimizden geçercesine kahkahalara boğulduk; kaç kez sinirlenip ateş topuna döndük, kaç kez keyiflendik neşe bulduk, kaç kere nefesimiz kesildi heyecandan hesap edemedik. Ama hayatın seyri içerisinde kendimize bulduğumuz yeri çok sevdik. Seneyi bitirdik, ağacımızı süsledik ve 2019' u kar yağışı ile uğurladık. 
2020 ye hazırız :) 
Mutlu seneler...

Not. Anılar kaybolmasın diye başlayıp, bambaşka yönlere evrilen bu blog, benim geçirdiğim değişimin de bir aynası aynı zamanda. Tam on yıl geçmiş üzerinden, hayatımda iyi ki yapmışım dediğim şeylerden...

2018 yılı için tık.
2017 yılı için tık.
2016 yılı için tık.
2015 yılı için tık.
2014 yılı için tık.
2013 yılı için tık.
2012 yılı için tık.
2011 yılı için tık.
2010 yılı için k.

Temiz Ev

$
0
0
TEMİZ EV - ANKARA DT
Büyük Oyunu -2 Perde - 2 Saat 10 Dakika
Yazan Sarah Ruhl
Çeviren Aclan Büyüktürkoğlu / Yönetmen Aclan Büyüktürkoğlu
OYUNCULAR: Matilde:Ayşe Berna Konur / Virginia:Hicran Yavuz / Lane:Mine Medya Haktanır / Ana:Șeyda Akova Balcıoğlu / Charles:Tolga Tuncer / Anlatıcı: Bengü Atar

OYUNUN KONUSU: Fıkra anlatmayı seven ama temizlik yapmaktan hiç hoşlanmayan Matilde, doktor Lane'nin evinde temizlikçidir. Ancak temizlik yapmak yerine fıkra uydurmaya çalışması Lane’i endişelendirir. Evini temizlemekten başka bir işi olmayan ve kendini çok yalnız hisseden Virginia ise kız kardeşinin evine gelip Matilde'nin yerine evi temizlemek ister. Bu sırada Lane'nin eşi cerrah Charles ameliyat ettiği hastası Ana'ya aşık olur ve onu karısıyla tanıştırmak için eve getirir. Ancak onları bekleyen bir sürpriz vardır.

Yeni bir ADT oyunu olan Temiz Evi, sezonun sekizinci senenin ilk temsili olarak Şinasi Sahnesinde izledim. Oyun hakkındaki düşüncelerime geçmeden önce metin yazarı Sarah Rulh' tan bahsetmek istiyorum biraz. Kendisi 1974 doğumlu genç bir Amerikalı oyun yazarı, profesör ve denemeciymiş. En popüler oyunları arasında Eurydice, The Clean House ve Next Room yer alıyormuş. Pek çok ödülü olan yazarın aldığı ödüllerden en önemlisi PEN (Uluslararası Yazarlar Birliği) tarafından verilen ‘En İyi Yazar Ödülü’ymüş ve 2001 yılından bu yana on iki tane oyuna imza atmış. Bu noktada ben de metni çok beğendiğimi, açık, anlaşılır oluşunun yanı sıra düşünsel ve duygusal derinliği vermekte oldukça başarılı bulduğumu, olay örgüsü, karakter çizimi, bireysel ve toplumsal bakış açısına dokunuşunu hem mizahi hem dramatik açıdan çok dengeli bir şekilde sunduğunu düşündüğümü söyleyebilirim.
Oyun beş karakter ve bir anlatıcıdan oluşuyor:
Brezilya göçmeni Mathilde (Ayşe Berna Konur), temizlik yapmaktan nefret ediyor ama hayatını temizlik yaparak kazanıyor. Aslında bir komedyen olmak istiyor ve 'kusursuz espri'yi arıyor. Mathilde’ nin çalıştığı evin sahibi 'evini kendisi temizlemek için doktor olmadığını' söyleyen Lane (Mine Medya Haktanır). Lane’in kız kardeşi Virginia (Hicran Yavuz) tam bir temizlik bağımlısı ve hayatta kendini en iyi hissettiği anlar, temizlik yaptığı anlar, o anlar onun sadece evi değil, yaşadığı dünyayı da temizlediği, bir nevi terapi anları, tam bir otokontrol ustası ve eşi kahkahasını beğenmediği için gülmüyor. Lane' nin eşi Charles ise (Tolga Tuncer) çok yoğun çalışan bir cerrah ve hastalarından birine Ana' ya (Șeyda Akova Balcıoğlu) aşık oluyor. 
Lane ve Virginia ilişkilerini çok yüzeysel yaşayan, çok yakın oturmalarına rağmen çok nadir görüşen ve birbirlerinden çok farklı karakterlere sahip iki kız kardeş. Charles'ın Ana' yı eşi ile tanıştırmak istemesi ile güçlü ve mükemmel Lane' nin öz güvenin sarsılışını görebiliyoruz. Ana' nın farklı bir dünyadan gelmişçesine canlı, mutlu, rahat ve sevgi dolu oluşu herkeste hayranlık uyandırıyor. Birbirlerinde çok farklı dört kadının kendi cinsleriyle ve kendileriyle ilişkilerinin çok keyifli bir şekilde aktarıldığı bir oyun olduğunu söyleyebilirim. 
Aclan Büyüktürkoğlu çeviri ve rejisinin farkını ise sanıyorum anlatıcı rolü seçimi ile ortaya koymuş. Beş ana karakterin çevresinde dolanan, sahne giriş ve çıkışlarını aktaran, bazen oyuncuları yönlendiren, seslendirmeye, efektlere katkı sağlayan hem görünmez hem de çok gerekli ve çok keyifli bir unsur olarak şahane kostümü ile karşımıza çıkan anlatıcı rolü ile Bengü Atar hoş bir detay oluşturmuştu. 
Oyunun temposu 2 saat 10 dakika boyunca belirli bir ritimde ve hiç düşmeden devam ediyor. İzleyiciye zaman olgusunu unutturacak ölçüde akıcı, doğal, gerçekçi ve etkileyici bir oyundu. Ses, müzik, ışık, dekor ve kostüm tercihlerini çok işlevsel ve başarılı bulduğumu söylemek istiyorum.

Oyunculukların hepsini çok beğendiğimi, herkesin rolünü olabilecek en üst düzeyde yaşadığını ve izleyiciye yansıttığı düşünmekle birlikte akılda kalıcı ve parlayan biri vardı benim için. Virginia karakteri ile Hicran Yavuz muhteşem bir performanstı. 
Oyunun derin felsefi çıkarımlar, klasik edebi tiradlar, hayatın anlamına dair analizler bekleyenler için yavan kalacağını kabul etmekle birlikte iç görü, empati, toplumsal bakış ya da temizlik metaforu üzerinden verilmek istenenlerin metne oldukça sağlam bir temel oluşturduğunu düşünüyorum.

Çok başarılı, keyifle izlenebilecek, su gibi akan bu güzel temsili gönül rahatlığı ile herkese önerebilirim. 
Bol tiyatrolu bir yıl olsun :)

İyilikle Kal

$
0
0
Mecbur kalmasam bu kadar çaresiz hissetmesem aramazdım seni. Eğer kendim bulabilseydim zihnimi bir fare gibi kemiren soruların cevaplarını çalmazdım hiç kapını. Teslimiyet ve kabullenişle geçen günlerim bir çığlık olup çığ gibi örtmeseydi üzerimi ve nefessiz bırakmasaydı beni, rahatsız etmezdim. Koşarak uzaklaşabilsem, kaçarak kurtulabilsem, unutmayı başarabilseydim; geceler bu kadar uzun, yokluğun bu kadar dayanılmaz olmasaydı keşke...
Hatırlıyor musun bir gün aniden çalıştığım kitapçıya gelmiştin. O anda uydurduğumuz komik ve saçma bir sebeple işten ayrılmıştım ve birlikte çok eğlenmiştik. Hep böyleydin, tahmin edilemez, anlaşılamaz, hem bir parçam hem de çok uzakmışsın gibi. Bazen yanımda olduğun ama çok ulaşılmaz göründüğün sessizlik anlarında seni gerçekten tanıyıp tanımadığımı sorardım kendime. O gün yine böyle bir anda bana söylediklerinin ruhumdaki izdüşümünü hiç unutmuyorum. Hayatın tanımladığım tüm güvenilirliğini temelden sarsan ve kendimi evrenin boşluğunda bir tüy gibi amaçsız hissetmeme neden olan bir şeydi. Hiç doğmamış, hiç yaşamamış, hiç sevmemiş gibi hissetmiştim. Başka bir dünyanın cehenneminde ya da matriksin tam içindeymişim gibi...
Sabaha benzemeyen sabahlara uyanıyorum. Sokak lambaları henüz sönmemiş, gözlerimin ışığı yanmamışken. Tüm şehir gibi belki uyanmıyor da uyanmış gibi yapıyorum. Gün doğmadan okula ve işine giden ışıksız gözlerin içinde kayboluyorum. Sana sorularım var hep içimden tekrar ettiğim. Yürürken, müzik dinlerken, bir bulut geçerken... Hayal kırıklıkları ve tamamlanmamışlıklarla bezeli. Sana sorularım var hangisinden başlarsam başlayayım, bitiremediğim. Oysa dünyanın tüm yanlışlarının yok edemediği bir tek doğru cevap yetecek acılarımı dindirmeye. İnsanın yaptığı hataları hiç öğrenemeyecek olabilme ihtimali diyorum, ne kadar hazin. 
Eğlenmek ve cesaretimizi kanıtlamak için düştüğümüz tüm budalaca ve saçma durumlar ilişkimizin karakteriydi. Edineceğimiz hiçbir mülk, adımızın önüne gelecek hiçbir unvan, banka hesabımızdaki hiçbir rakam bize bu kadar iyi hissettiremezdi. Hesapsız, plansız, gündelik mutluluklar ve heyecanlarla ve tüm samimiyetimiz ve sahiciliğimizle o günden payımıza düşeni yaşıyorduk sadece. Ne dünden artanları ne de yarından avans alınanları... Hatırlıyor musun bir gün hiç tanımadığımız birinin cenazesine gidelim diye tutturmuştun ve aynı akşam da hiç tanımadığımız birinin düğününe gidecektik. Cenazede kimse kimseye neden ağladığını sormaz demiştin, oysa ki herkes kendi sonuna ağlar aslında... O zamanlar kendi sonunu nasıl hayal ediyordun acaba, keşke sorabilseydim sana.
Herkes gitti biliyor musun? Sadece ben kaldım 2018 yılının Ocak ayında... Her şey aynı; kestaneler sobanın üzerinde, içtiğimiz salebin tadı dudaklarımda ve bıraktığın mektubun mürekkebi hala taze. Bazen şaşırıyorum zamanın sadece benim için durmuş olabilmesine. Zaman durdu, yeni hiçbir şey olmadı sen gittikten sonra. Hala güvercinler karşı çatıya attığım ekmekleri yiyorlar, televizyonun açma kapama düğmesi hala tutukluk yapıyor, hala banyonun kapısı gıcırdıyor ve ben hala yalnız uyumayı sevmiyorum. Yazdıklarını okuyorum bazı geceler, hiç iyi gelmiyor bana. Sen değil de başka biri yazmış gibi, sanki hep hayatın bitmesini dileyen biri.. Ölümü gözleyen, ölmeyi bekleyen, ölüme susamış biri gibi.
Hatırlıyor musun, bir gün çok soğuktu. Gökyüzünün günler süren griliğinden kurtulup, güneşi görebilmek için aniden güneye gitmeye karar vermiştik. Tüm yolculuk boyunca 'güneye giderken' i dinlemiştik. Sonra karşımıza çıkan lacivert sakin denizi, yumuşacık meltemi ve gökyüzündeki ışıl ışıl yıldızları görünce, bana sarılmış 'vasiyetimdir, kalbimi sana bırakıyorum' demiştin. Nasıl anlayamadım. Neden anlayamadım. Ya da anlasam ne yapabilirdim ki...

Eğer hazırsan şunu sormak istiyorum sana. Hangisi daha zor; dibe vurduğunu, her şeyin bittiğini, artık sona geldiğini düşünürken sana değer verenlerle birlikte kalabilmek mi? Yoksa her şeyin yolunda gittiğini zannederken herkes, hep böyle gitsin isterlerken, hep böyle mutlu, tutkulu, eğlenceli, neşeli... bir anda ortadan yok olup, kocaman soru işaretleri bırakmak mı gerinde?
Hatırlıyor musun, bir gece yıldız kaydığında ne dilediğimi sormuştun, ben de söylersem gerçekleşmeyeceğini söylemiştim sana. Bilseydim söylemeyince de gerçekleşmiyor dileklerim, mutlaka kulağına fısıldardım kalbimden geçenleri. Eğer duyuyorsan, şimdi cevap vermek istiyorum sana;
Ne kötüyken kalmak, ne iyiyken gitmek, tek dileğim sadece seninle birlikte hep iyilikle kalmak...

 Not: Görseller Rafal Olbinski, öykü kurgusaldır.

Yanlışlıklar Komedyası

$
0
0
Yanlışlıklar Komedyası - Van DT
Büyük Oyunu 8+ 2 Perde - 1 Saat 40 Dakika
Yazan: William Shakespeare - Çeviren: Bülent Bozkurt
Rejisör: Özgür Avcu - Yöneten: Özgür Avcu
OYUNUN KONUSU:  “Dünyaya kardeş olarak birlikte geldik ve şimdi el ele gidelim.” Diyerek, kardeşlerini bulmak için denizleri aşıp Efes’e gelen Siraküzalı ikizler kendilerini istemsizce yanlış anlaşılmaların içinde bulur. Bir günün yanılgısı, kaderin cilvesi ile birleşince Yanlışlıklar Komedyası doğar.
OYUNCULAR: Efes’li Antipholus: Muharrem Dalfidan - Adriana: Elif Küçükkoyuncu - Sırakuzalı Antipholus: Mustafa Çağatay Turgut - Efes’li Dromio: Tuğrul Ozan Tuğrul  - Sırakuzalı Dromio: Kadir Oğuz - Lucianna: Ceren Erlüle  - Luce-Fahişe: Gülbahar Bozkurt - Tüccar-Doktor-Pinch: Kamil Samet Selçuk - Solinus: İsmail Doğancan Yurdigül  - Egeon: Nedim Salman - Kuyumcu: Muammer Turgut - Tüccar-Balthazar: Erdem Yılmaz - Zındancı-Soytarı: Mustafa Erdem - Emilia: Şerdan Kıpçak - Memur: Nergiz Aydeniz -Tüccar: Barış Demirkıran
Yanlışlıklar Komedyası (The Comedy of Error)
William Shakespeare (1564-1616): Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren efsanevi yazar, Yanlışlıklar Komedyası’nda olay dizisini ikiz kardeşler ve onların ikiz uşaklarının benzerliğinden kaynaklanan yanılgılar üzerine kurmuştur. Birbirini izleyen yanılgıları gülerek izleyen seyirci, oyunun başında öğrendiği acılı bir yaşam öyküsünün nasıl sona ereceğini de merak içinde bekler. Kaderin bir fırtınayla dağıttığı ailenin bireyleri bu gülünç olaylar arasında birbirini bulur. Mutlu son inandırıcı bir gelişmeyi izleyerek ortaya çıkar. Yanlışlıklar Komedyası Shakespeare’in ilk ve kısa komedyalarındandır.
Devlet Tiyatrolarının 7.Ankara Buluşması Klasikler Haftası için tercih ettiğim üç oyundan ilkini dün akşam izledim. Van Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu eserin izleyici koltuklarında büyük beğeni görmediğini düşündüğümü söyleyebilirim.
Oyun Ephesus kentinde geçer. Syracusa ve Ephesus ticaret yüzünden birbirine düşman iki kent devlettir. Tüccar Egeon, Syracusalılara yasaklanan Ephesus kentine girdiği için tutuklanır. 24 saat içinde fidye tutarını ödeyemediği takdirde ölümle cezalandırılacaktır. Egeon, yıllar önce ailesiyle birlikte geçirdiği bir deniz kazası sonucunda karısını, ikiz oğulları Antipholus' lardan ve gene ikiz olan uşakları Dromio' lardan birini yitirmiştir ve ölüp ölmediklerini bilmemektedir. Syracusa' da babasının yanında büyüyen Antipholus, kölesi Dromio' yu da yanına alarak ikiz kardeşlerini bulmak için yola çıkar. Bir süre sonra oğlundan haber alamayan Egeon da Antipholus'un peşinden gider. Sonunda Syracusalı baba oğul birbirlerinden habersiz diğer ikizlerin yaşadığı Ephesus kentine gelirler. Ephesus' lular ikizleri birbiriyle karıştırır. Kentte ikizlerin varlığı yüzünden yanlışlıklar birbirini kovalar. Ephesus'lu Antipholus'un karısı Adriana bile kocasını ikiz kardeşinden ayırt edemez. Böylece tüccarlar kenti Ephesus' da, ikizlerle ilintili bazı ticari ilişkiler ve parasal dengeler alt üst olur. Borçlarını tahsil edemeyen tüccarlar birbirlerini tutuklattırır. Ephesuslular da tutkulara, aşklara, kıskançlıklara, öfke ve hırslara yenik düşerek bu yanlışlıktan nasibini alacaktır. Ancak her zaman olduğu gibi yanlış anlamaların ağır bedelini gene alt sınıftan köleler ödeyecektir.
Öncelikle eserin getirdiği telaş ve kaos içerisinde replikleri anlamaya çok özen gösterdiğim halde metnin çoğunu yakalayamadığım bir tiyatro akşamı yaşadım. İlk sahnede Tüccar Egeon' un olaylar kurgusunun genel çerçevesini anlattığı açıklayıcı kısım maalesef hiç anlaşılamadı. Oyuncuların sesleri, diksiyonları, vurguları, seslerini kullanışları yetersizdi. Repliklerin altında ezildiklerini düşünüyorum. Metinden, dekordan ve kostümlerin ihtişamından beklenilen sahneye yansıyamadı. 
Oyunculuk anlamında ikiz olan uşak Dramio' ları daha başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oyunu görmüş olmamın benim için en büyük artısı eser hakkında edindiğim bilgiler ile hafızamı tazelemek oldu. Rejinin metnin orijinal haline sadık kaldığını da ekleyebilirim. 
Hep yeni baştan sahne açılsın, tiyatro hep hayatımızda olsun :)) 

Hırçın Kız

$
0
0
HIRÇIN KIZ - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu 2 Perde - 2 saat 30 dakika
Yazan William Shakespeare - Çeviren Nurettin Sevin  - Dramaturgi ve Reji: Yücel Erten
OYUNUN KONUSU: Oyun, Sinyor Battista’nın biri fevkalade hırçın ve dik başlı, diğeri uysal ve uyumlu iki kızının evlilik maceraları çevresinde döner. Battista, huysuz büyük kızı Katerina kocaya varmadan, küçük kızı Bianka’nın evlenmesine izin vermeyeceğini açıklamıştır. Küçük kızın talipleri, bu kilidi açması için Petrukio’ya başvururlar. Petrukio hem evlenip kadının yüklü çeyizine konmak hem de onu terbiye edip uysallaştırma iddiası ile işe girişir. Bu arada Bianka’nın talipleri de türlü yöntemlerle genç kıza yaklaşmaya, gönlünü çelmeye çalışırlar. Katerina’nın erkek egemen çevreye ayak direme çabası ile Bianka’yı elde etmek için kurulan düzenler, bir çeşit anafor oluşturacaktır.
OYUNCULAR: Katerina: Veda Yurtsever  - Petrukio: Hakan Meriçliler - Battista: Uğur Hakan Güneri - Luçentsio: Turan Günay - Gremio: İlkay Akdağlı - Tranio: Fatih Dokgöz - Grumio: Zülfükar Ali Sinan Demir - Ortensio: Burak Altay - Bianka: Çiğdem Yıldız - Biondello: Bilal Ercan - Vinçentsio: Rezzak Aklar - Yolcu: Ahmet Taşdemir - Terzi: Mehmet Emrah Hamşioğlu - Dul Kadın: Seda Özgiş - Finto: Tuba Aydın - Heykeller: Başak Ova, Büşra Saraç, Özlem Karataş, Tuğçe Topçu - Uşaklar: Ahmet Kurt, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim, Muhammed Yıldız
Devlet Tiyatrolarının 7.Ankara Buluşması Klasikler Haftası için tercih ettiğim üç oyundan ikincisi Akün Sahnesinde izlediğim Hırçın Kız' dı. Ve üç tercihimin içerisinde en isabetlisi olduğunu yazımın en başında söylemek istiyorum :) Bunun nedeni Hakan Meriçliler' i sahnede izleyebilme şansı bulmamın yanı sıra rejinin verdiği cesur sanat dersiydi aynı zamanda.

Hırçın Kız konusu:
Shakespeare’in erken dönem komedyalarından biri. 1590-1591 yıllarında yazılan ve ilk kez 1593 yılında sahnelenen oyunun orijinal adı “The Taming of the Shrew”. (Huysuz, belalı, şirret kadının yola getirilmesi, ehlileştirilmesi) Oyun, varlıklı baba Baptista’nın Katharina ve Bianca adlı iki kızının evlenme süreçlerini anlatır. Küçük kız Bianca görgülü ve kibardır, pek çok erkek onunla evlenmek ister. Ablası Katharina ise hırçın, huysuz ve isyankar olduğu için talibi yoktur. Baptista, küçük kızı Bianca’nın taliplerine önce büyük kızı Katharina’nın evlenmesi gerektiği söyler ve böylece türlü entrikaların döndüğü bir süreç başlar. Katharina’yla evlenmeye talip olan Petruchio’nun asıl derdi zengin babasının servetidir. Bu evlilik sayesinde önü açılan Bianca’nın taliplerinin rekabetleri ve Petruchio’nun türlü hilelerle ve zorbalıkla Katharina’yı yola getirerek kendisine biat ettirme çabalarının anlatıldığı komedya, dönemin İngiltere’sindeki ilişkiler, evlilikler ve aile yapısı üzerinden “kadının toplumsal konumunu” yansıtır.
 
Oyunun son sahnesinde ise; Petruchio, karısı Katharina üzerinden girdiği itaat bahsini kazanmıştır. Ve Katharina' nın 'kadınların neden kocalarına itaat etmeleri gerektiği' hakkındaki izahatli uzun konuşması ile yazar eserine son vermiştir. 

Son dönemlerde 'Devlet Tiyatrolarında' sahnelenen oyunlar ile ilgili; Hırçın Kız' a erg sahiplerinin 'toplumda kadının yeri' ni gördüğü açıdan baktığımızda,  standartlar içerisinde kalan bir fikre sahip olduğunu görebiliyoruz. İşte onlarca topluluk tarafından sahneye koyulan klasiklerde farkı reji yaratıyor. Yücel Erten' i saygıyla selamlamak isterim bu noktada.
Petruchio' ya hayat veren Hakan Meriçliler' in sık sık izleyici ile temas kurması; sık sık dalgalanan kurlardan, faiz oranlarından bahsedilmesi; havaya atılan altın keselerinin direk muhataplarına değil de dolambaçlı yollardan yerlerine ulaşması; manipülasyon, kumpas, algı oyunu gibi aşina olduğumuz ifadelerin ustaca güldürü unsuru olarak metne yedirilmesi, tam da 'görmek istediğimiz reji hareketleri' olarak hafızalarımızda yer ediyor. Hele ki o herkesi şoke eden son... Yücel Erten tam da benim itiraz etmek istediğim noktalarda itiraz ediyor Shakespeare' e.
İngiliz 16.yy eril hegomanyasının toplumsal yaşamını anlatan Hırçın Kız, Petruchio' nun Katharina' yı ehlileştirerek yola getiren finali ile benim için bir hayal kırıklığı iken, bu reji yorumu tam olarak yüreklere su serpen nitelikte...
Ve Bianca... Katharina ne kadar huysuz, hırçın, asi ise kız kardeşi Bianca o kadar uslu, uysal, söz dinleyen bir kız. Ancak temsil içerisinde zaman zaman onun da ikinci yüzünü, ablasını nasıl çileden çıkartabileceğini görebiliyoruz. Ve nihayet finalde, Katharina, Shakespeare' in ''artık Petruchio' nun egemenliğini kabul edip, tüm kadınların da bunu yapması gerektiğini anlatan'' biat tiradından sonra, hafızalarımızda 'ruhuna sahip çıkmış bir kahraman' olarak kalıyor...
Ve oyunculuklar; Hakan Meriçliler performansını izleyebilmek bir şanstı benim için, keşke daha çok oyunda görebilsem kendisini tam bir sahne insanı... Keza Veda Yurtsever Katharina karakterinin hakkını verdi kesinlikle. Oyunculukların tümü anlamında geri düşen, oyunu aşağı çeken hiç kimse yoktu. Ve bu çok az oluyor gerçekten...  
Dekor, müzik, kostümler kesinlikle ayrı ayrı bütünleyici, işlevsel ve güzeldiler. Çok keyif alarak izledim. Salonun tamamı ayakta dakikalarca alkışladı, tüm izleyicilere dokunduğunu düşünüyorum. Umarım tekrar izleme şansı bulurum. 
Teşekkürler İstanbul Devlet Tiyatrosu, teşekkürler Yücel Erten :)))

Kanlı Düğün

$
0
0
KANLI DÜĞÜN - İZMİR DT
Büyük Oyunu - 2 Perde - 2 saat 5 dakika
Yazan Federico Garcia Lorca - Çeviren A. Turan Oflazoğlu - Rejisör Bozkurt Kuruç
OYUNUN KONUSU: Kanlı Düğün, İspanyol şair ve yazar Federico García Lorca’ nın Köy Oyunları Üçlemesi' nin ilk oyunudur. Bu şiirsel tragedya, yasak bir aşk ilişkisini anlatır. Oyunda, feodal yapının kırsal kesimde yaşayan halk üzerinde nasıl baskı kurduğu ve bireylerin feodal düzen karşısındaki çaresizlikleri gözler önüne serilir. Simgesel anlatımı ve yazarın özgün şiir diliyle başyapıt özelliği kazanan oyun; yasak aşkı, tutkuyu ve toplum baskısını İspanyol kültürü üzerinden, evrensel ölçüler içinde aktarmaktadır. 
OYUNCULAR: Ana: Şebnem Doğruer - Güvey: M. Asım Tuncay Aynur - Gelin: Nagehan Yazıcı - Kaynana: Emine Sitare Tuna : Leonardo’nun Karısı: Hande Kılıç - Leonardo: Hakan Özgömeç - Gelinin Babası: Ümit Dikmen - Hizmetçi: Süreyya Kilimci - Komşu Kadın: Şenay Ü. Dikmen - Ölüm: Ayşin Kıran - Yardımcı Oyuncular: Deniz Yağcı, Ender Şeviker, Deniz Burak Mersinli, Derya Kara Erk, Gizem Cessur, Hüseyin Kayar, Tolga Erk, Selda Mikkola, Tuğçe Us, Meltem Başınhan, Hülya Yılmaz, Salih Köküz, İlke Can Fulya Gezici - Dansçılar: Yasemin Altınel, Ece Belkıran, Altan Kılıç, Kaan Güler
Devlet Tiyatrolarının 7.Ankara Buluşması Klasikler Haftası için tercih ettiğim üç oyundan sonuncusu Cüneyt Gökçer Sahnesinde gösterilen İzmir Devlet Tiyatrosu' nun Kanlı Düğün isimli oyunuydu.
Kanlı Düğün (Bodas de Sangre) Federico Garcia Lorca' nın bir tragedya oyunudur. Lorca' nın "Köy Trajedileri Üçlemesi" adlı üçlemesinin ilk oyunudur (Diğer iki oyun Yerma ve Bernarda Alba'nın Evi' dir.) Lorca, oyunu 1932'de yazmış ve ilk olarak 1933' te Madrid' te, aynı yıl Buenos Aires'te sahnelenmiştir.
Kanlı Düğün, üçlemenin diğer oyunları gibi 1930'lar Endülüsünde geçer ve geleneksel törelerin, insan doğasına uymadığı ve dolayısıyla özgürlük ve mutluluk getirmediğini anlatır. Oyunda aşk, ölüm gibi temel temalar, şiirsel bir dille ve bolca sembolizm kullanılarak aktarılmıştır. İspanyol edebiyatının kalemi güçlü şairi, oyun yazarı, ressam, piyanist ve aynı zamanda besteci olan Lorca, ardında sayısız güzel şiirler ve oyunlar bırakmıştır. İspanya iç savaşının başladığı Franco döneminde, milliyetçiler -Franco’nun adamları- tarafından 38 yaşında öldürülmüştür. 
İzmir Devlet Tiyatrosunun daha önce'Yanık' isimli oyununu izleme şansı bulmuştum. Şebnem Doğruer' i ilk orada görmüş ve çok başarılı bulmuştum. Kanlı Düğün' de de oyunu ayakta tutan en sağlam dayanağın kendisi olduğunu düşünüyorum. Deneyimli oyuncu Şebnem Doğruer 'anne' rolünde; sesiyle, ruhuyla, bedeniyle oyuna gerçek anlamda inanan ve sahip çıkan, sahneleri sırtlayıp götüren, lokomotif diyebileceğimiz bir misyona sahipti diyebilirim.
İlk perdenin durağan olay örgüsü, ikinci perdede biraz daha hızlanarak İspanyol müziği ve Flamenko dansları ile hareketlendi. İzmir DOB sanatçılarının sahnede olduğu anlar hem müzikal hem de görsel açıdan oldukça doyurucu ve etkileyiciydi. 
Oyun kırk beşer dakikalık iki perdesi ile oldukça ideal bir süreye sahipti. Rejinin metnin orijinal haline sadık kaldığını söyleyebilirim. Oyunun konusu:
Leonardo' nun ailesi ve Damadın ailesi arasında eskiden beri süre gelen çekişmeden dolayı konusu çok fazla açılmayan bir kan davası vardır .Gelinin düğün günü eski nişanlısı (Leonardo) ile kaçması bu kan davasını dahada bir kuvvetlendirmeye neden olmuştur. Damadın annesi bu kan davası yüzünden kocasını kaybetmiş ve oğlunu 'da (damat) kaybetme korkusu yaşar, Gelin , Leonardo ile daha önce nişanlanmıştır, fakat nişan bozulduktan sonra Leonardo gelinin akrabası ile evlenir. Bu evlilik aralarında bir kıskançlık doğurması ile başlayarak gelin Leonardo' nun kan davalı olduğu ailenin oğlu ile nişanlanır. Bitip tükenmek bilmeyen gelin ve Leonardo arasındaki aşkın sonucu kana bürünmüştür.Damat bu olayı göz ardı edip gelini büyük bir aşkla sevmektedir. Gelinin evliliğini duyan Leonardo' nun çılgına dönmesi bu düğünün bozulmasına neden olarak aileler arasındaki iç savaşın tekrar gündeme gelmesine neden olmuştur.
Oyunun final repliği biraz havada kaldı ve izleyiciler olarak temsilin bittiğini tam olarak anlayamadık ama aslında bir durum özeti niteliğindeydi :) Töreler her ne kadar tersini söylese de bazen kabahatli yoktur:
GELİN : Sen olsan sen de giderdin. İçi dışı yarayla dolu, arzudan yanıp tutuşan bir kadındım ben; oğlun da, kendisinden çocuklar, toprak, sağlık umduğum bir avuç suydu; ama öteki, çalılıklarla tıkalı, karanlık bir ırmaktı, sazlarının fısıltısını, mırıltılı türküsünü getiriyordu bana. Soğuk sudan bir küçük çocuğa benzeyen oğluna uydum ben de; ötekiyse, yüzlerce kuş saldı üstüme, bu kuşlar yolumu tuttular, beyaz beyaz kırağı bıraktılar yaralarım üzerinde, zavallı, sararıp solmuş bir kadının, ateşle okşanmış bir kızın yaraları üzerinde. İstemezdim, unutma ki, ben de istemezdim! Oğlun benim yazgımdı, ona ihanet etmiş değilim; ama ötekinin kolu, denizin çekmesi, boğanın itmesi gibi sürüklüyordu beni, her zaman da sürükleyecekti, her zaman, her zaman; kocamış bir kadın olsam da, oğullarımın oğulları saçlarımdan tutsa da!
ANA : Kabahat onda değilmiş: bende de değil! Kimde öyleyse?
Diğer oyunculuklar açısından öne çıkan ve akılda kalıcı bir performans göremesem de sadece Şebnem Doğruer, Flamenko dansları, Lorca metni, İspanyol müziği için izlenebilecek bir temsildi.
Teşekkürler İzmir, yine bekleriz :)

Güzellik Yanılsaması

$
0
0
-Tık tık tık...
-Parola?
-Sarı saksağanlar soğanlı salata severler! Ha-diii açııınnnn kapıyı....
-Yaan-lııış....
-Tamam tamam 'Sarı saksağan soğanlı salata sever?' 
-Doğru, hadi çabuk içeri gelin...

Hayatımın en büyük serüvenlerine Nihat' ların bodrum katında kurduğumuz zor parolalı kulüpler sayesinde çıktım. Barış, Özlem, Nihat ve ben kurucu ve asil üyelerdik. Bizim mahallede bu kulüplere dahil olabilmek yüksek prestijli bir ayrıcalıktı. Kulübe girmenin ön koşulu bisiklet sahibi olmaktı. Üyeliğe kabul edilirseniz'kulüp yemini' edip, rica minnet Barış'ın abisinin bakkal dükkanındaki yazıcıdan çıkardığımız kulüp kartlarına sahip olmaya hak kazanıyordunuz. Yazıcıyı kullanmamızın zorlukları ile kulübe yeni üye kabul edebilmemizin zorlukları, mecburen paralel bir çizgide ilerliyordu.
Her zaman en yaratıcı, en parlak ve en eğlenceli fikirler Nihat' tan çıkıyordu. Zihni bir fikir atölyesi gibi çalışıyordu. Onun yanında olduğum sürece asla sıkılmayacağımı, hep yapılacak yeni yeni önemli görevler icat edeceğini biliyordum. İşin güzel tarafı yaptıklarımızın, çoğunlukla faydalı ve büyüklerce kabul görebilir nitelikte olmasıydı. Ciddi işler, büyük projeler peşindeydik. Nihat' ların bodrum katında kurduğumuz zor parolalı kulüpler, kendimi ilk kez büyümüş hissettiğim ve içimde dünyada yanlış giden bazı şeyleri değiştirebileceğime dair ilk kıvılcımları yakaladığım yerdi. 
Nihat' la bisikletli piknik organizasyonu, haftalık mahalle gazetesi çıkarma, tiyatro sahneye koyma, bisikletle otuz kilometre uzaktaki komşu ilçeye gezi, topluca ildeki Tarkan konserine gitme, yaralı sokak hayvanlarını tespit edip belediyeye başvurma, mahalledeki birinci sınıf çocuklarına okuma kursu, pazardan dönenlerin poşetlerine yardım etkinliği, annesi kayıp kedi yavrusunu hayata hazırlama, kum plaj çöplerini toplama gibi şu an anımsayamadığım pek çok proje.. Ancak bunların tamamı belli kurallar içerisinde, gerekli materyaller kullanılarak, izinli, ilkeli, disiplinli bir şekilde yürütülüyordu. Her birimize projeler ile ilgili görevler veriyor, planlar yapıyor, sorun yaşayabileceğimiz durumları belirliyor, eğer başarırsak sonucunda elde edebileceğimiz kazanımlar ile bizi heveslendiriyordu. Hepimiz onu dinliyor, ne derse yapıyorduk. Bir liderin tüm özelliklerine sahipti. İletişimi etkili, ikna gücü ve özgüveni yüksekti. Hem bizden biriydi hem de sanki ikinci hayatını yaşıyormuş gibi deneyimli, güven ve hayranlık uyandıran biri. 
Mahalledeki tüm olaylara koşuyorduk. Bazen birer savaş muhabiri, bazen barış elçileri, hayvan hakları savunucusu, bir gezgin, bir filozof, bir kahraman, bazen çevre gönüllüsü, bazen de bir yardımsever gibi hissediyorduk. Detaylar aklımdan çıkmış, bazı olayları unutmuş olsam bile, duyguları, henüz onlu yaşlarımın başlarında hissettiğim o muhteşem duyguları unutmam mümkün değil.   

Bisikletleri doksanların sonlarına doğru sürüyoruz, biraz daha büyüyoruz. Başkalaşmaya başlıyorum. Yıllardır üst üste koyduğum tüm pozitif duygularım artık bir anlam kazanmak istiyor. Farklı hissediyorum. Nihat' sız duramıyorum, geceler boyu onu düşünüyorum. O kadar çok seviyorum ki hayal ettiğim o koskocaman dünya küçülüp küçülüp Nihat' tan ibaret kalıyor. Yanımda olduğu sürece yapamayacağız, birlikte başaramayacağımız, istedikten sonra gerçekleştiremeyeceğimiz hiçbir şey getiremiyorum aklıma. Dünyayı yerinden oynatabiliriz gibi geliyor, bize dair inancımdan zerre şüphem yok. Konuşmaya ve kendimi anlatmaya karar veriyorum.
'Tüm rütbelerimi söktüm sana gelirken, maskelerimi çıkardım, kalkanlarımı indirdim. Savunmasız sivillere ateş edemeyeceğini biliyorum çünkü' diye başlıyorum. Ve sevgimin derinliğini, sonsuzluğunu anlatmaya çalışıyorum ona. 'İnan bana' diyorum, 'tek bir kıvılcım göremesen de, yüreğimdeki yangına inanmalısın. Tek bir yağmur damlası göremesen de, sağanak halinde sana aktığımı bilmelisin.'

Ciddileşiyor, durgunlaşıyor... Benim taşkın coşkumu, tsunami misali duygularımı süt liman edecek ve etkisi aylar sonra bile hissedilecek uzun bir cümle kuruyor. Gündeliğin yüzeyinde gibi görünen ancak derinliği düşündükçe boyumuzu aşan bir cümle. Kırmıyor, incitmiyor, değersizleştirmiyor, ancak reddediyor. Hiçbir şey söyleyemiyorum...
Uzun bir süre onu görmek istemiyorum, kaçıyorum, saklanıyorum. İçten içe beni beğenmediğini düşünüyorum, hatta eminim buna. 'İnsan korktuğu için mi kaçar, kaçtığı için mi korkar' bunun ayırdına varamayacağım kadar uzun bir süre görmüyorum onu... Nihat da yoluma çıkmıyor. Yoluma çıkabileceği her köşe başı detay bilgisine sahip olmasına rağmen, karşılaşmıyoruz. Sonunda cesaretimi toplayıp bodrum katına gidiyorum. Hala o kadar güzel ki benim için tüm yaşadıklarımız. Çocukluğumun mimarı, en büyük şansım diyorum ona, hiç kızamıyorum. Biraz kendime kızıyorum, biraz anneme, biraz da daha güzel olmama engel olan genetik kodlarıma... Hayal kırıklıklarımı topluyorum tek tek yerlerden, korkularımla göz göze geliyorum, ellerimden tutup kaldırıyorum kendimi, sarılıp, teselli ediyorum ve tüm kırıntıları süpürerek o bodrum katını tertemiz bırakmaya çalışıyorum.   

Ve defterime not düşüyorum:
Bana 'güzellik' ten bahsediyorlar. Geçiciliğinden, uçuculuğundan, aslolanın iç güzellik oluşundan. Hiç kimse çirkin olduğu için reddedilenlerden, hor görülenlerden ve 'çirkinlik' ten bahsetmez... Oysa çirkinlik çırılçıplak ve buz gibi bir gerçekliktir her zaman güzellik yanılsamasının yanı başında...

Not: Görseller Pascal Campion' a ait olup, öykü kurgusaldır.

Düdüklüde Kıymalı Bamya

$
0
0
DÜDÜKLÜDE KIYMALI BAMYA - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 1 Perde - 1 saat 20 dakika
Yazan: Memet Baydur 
Yöneten: Serap Eyüboğlu
OYUNUN KONUSU:
Oyun, yaygınlaşan dedikodu ve eğitimsiz toplum kültürünü eleştirirken, bunlara karşı olanların ötekileştirilmesini sorguluyor. 
Sabah kahveleri, fal tutkuları ve içi boş anlamsız sohbetleriyle küçük burjuva kadınlarının duyarsızlıklarına komik bir bakış sergiliyor.
OYUNCULAR: 
Fazilet: Sevinç Niş - Aynur: Ayla Baki Yücesoy - Fahrettin :Emin Maltepe - İnci: Ece Koroğlu - Hamiyet: İpek Gülbir - Cemile: Demet Ergün - Nilgün: Türkü Deyiş Çınar - Uğur :Rami Çakır

Memet Baydur, (d. 9 Ağustos 1951, Ankara - ö. 24 Kasım 2001, İstanbul) Türk oyun yazarı.
1974 yılında İngiltere'ye giderek Londra Üniversitesi'nde sosyoloji eğitimi gören Baydur, öğrenimini yarıda bırakarak Türkiye'ye döndü. Kısa öyküler yazan Baydur'un bazı öyküleri yayımlanmaya başladı. İlk yazısı 1979'da "Yeni İnsan" dergisinde yayımlandı. Milliyet Sanat, Gösteri, Kitap-lık ve Sanat Dünyamız dergilerinde yazı ve öyküleri çıkmaya başladıktan sonra, 1982 yılında Afrika'ya giderek Kenya'da "Toplu İletişim Okulu"nda Sinema tarihi, sinematografi ve tiyatro üzerine dersler verdi. Diplomat olan eşi Sina Baydur'un atandığı görev yerleri nedeniyle değişik ülkelerde bulundu.
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nda sinema dersleri verdi, Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazdı. İspanya'ya gitti ve Madrid Uluslararası Akdeniz Tiyatro Enstitüsü'nün kurucu üyeleri arasında yer aldı. 1992'den itibaren Bonn Tiyatro Bienali'nin Türkiye danışmanlığını görevinde bulunan Memet Baydur, oyun yazarlığına Afrika'dayken başladı. Oyunlarında Türkçe dil kullanımı konusunda oldukça başarılı olan yazar, ABD'de tedavi gördüğü kanser rahatsızlığından sonra, genç sayılabilecek bir yaşta İstanbul'da yaşamını yitirdi.
İstanbul Devlet Tiyatrosu oyunlarını bu yıl sık sık izleme şansı bulmaktan memnunum. Şu ana kadar hayal kırıklığı yaşatmayan temsiller izledim kendilerinden bu nedenle İDT' yi görünce çok düşünmeden bilet alıyorum. Bu kez turne kapsamında Altındağ Devlet Tiyatrosunun konuklarıydılar.
Düdüklüde Kıymalı Bamya, benim için farklı bir deneyim oldu. Daha önce metinden hoşlanmayıp, oyunculukları ise oldukça başarılı bulduğum bir temsil izlememiştim. 

Metnin bir mesaj kaygısı var. Üretmeyen, eşlerinin paralarıyla, evlerinde hizmetçi ile, eş dost komşuları ile gününü gün eden, televizyon dizileri, konken, güzellik reçetelerinden farklı bir gündemleri olmayan, kızlarına biçtikleri kaderin de kendileri gibi olduğu ve zengin bir eş ile evlenmeleri gerektiğini düşünen ev kadınlarına; komik diyemeyeceğim komik olmaya çalışan ama düzeyini tam olarak tutturamayan, eleştiriyi zaman zaman aşağılama ve alay boyutuna vardıran rahatsız edici bir üsluba sahip argosu fazla bir metin olduğunu söyleyebilirim. 
Konu şöyle: Bir evin salonu sabah saatleri Fazilet Hanım (Sevinç NİŞ)'ın eşi işe gitmiş kendisi gazete okumakta ve hizmetçisi Cemile (Demet ERGÜN)' den kahvesini beklemekte, kahve geciktiği için şikayet etmektedir. Aynı evde kalan dul kardeşi Aynur (Ayla Baki YÜCESOY) spor yaparak salona girer sahneye dahil olur. Üst kat komşuları İnci (Ece KOROĞLU) de onlara katılır. Rutinleri olduğunu düşündüğümüz bir sabah sohbeti başlar aralarında. Fazilet Hanım'ın kızı Nilgün (Türkü Deyiş ÇINAR) de gelir ve lise arkadaşı Postacı Uğur’un (Rami ÇAKIR) dedesi Fahrettin Bey (Emin MALTEPE)' in bugün kalacak yeri olmadığını ve geleceklerini haber verir. Fahrettin Bey farklı bir dede figürü ile güya ezberbozmaya çalışır. Kendi haline kaldığında torunu Uğur' un bu tip! insanlarla nasıl bir işi olabileceğini anlayamadığını söyler kendi kendine. Uzak tanıdıkları Hamiyet’in (İpek GÜLBİR) de gelişi ile oyuncular tamamlanır.
Yazarın, tüm toplumsal olaylara, ekonomik ve sosyal gelişmelere hatta savaş haberine bile duyarsızlaşmış üretmeyen -yazara göre küçük burjuva sınıfı- ev kadınlarına karşı eleştirisini, Postacı ve Dede figüründeki iki erkek üzerinden yapmaya çalışırken; bazı majör hatalara düştüğünü düşünüyorum. Zira, güya kültür çatışması yaşayan, evin üniversite mezunu kızını, bu karanlık bakış açısından kurtaracağını iddia eden Postacı Uğur' un o ana kadar hayatta nasıl tutunduğu, neler okuduğu ya da deneyimleri hakkında pek fikir sahibi olamıyoruz. Oyunun sonlarında cinsiyet üzerinden ev kadınlarına yapılan eleştiri (Uğur' un ev kadınlarına yaptığı iltifatlar ile hepsini etkilemesi) ironik ve komik olmaktan uzak, absürd dahi diyemeyeceğim kadar düzeysizdi. Yaşlılık kılıfı altında herkese aklına gelen her şeyi söylediğini iddia eden, farklı farklı meslekler denemiş, kibirli Fahrettin Bey' in ise sınıf eleştirisi yapamayacak kadar umursamaz bir yaşam tazına sahip olduğunu düşünüyorum.
Biraz da oyunculuklar :)

Dört kadın oyuncu Sevinç Niş, Ayla Bak Yücesoy, Ece Köroğlu, İpek Gülbir harika bir uyum içerisinde çok başarılı birer oyunculuk sergilediler. Birbirlerini çok iyi anlıyor ve tamamlıyorlardı tam bir ekip olmuşlardı. Özellikle Hamiyet performansı ile İpek Gülbir bir adım öndeydi. Cemile rolü ile Demet Ergün bu oyunda, Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri 2018 de "Yılın Umut Veren Kadın Oyuncusu"ödülünü almış, kesinlikle haketmiş ve biraz ağdalı bir tarzı olsa da oldukça başarılıydı. Rolüne çok inanıyordu ve izleyiciye enerjisini yansıtıyordu. Fahrettin Bey performansı ile Emin Maltepe, gelmiş geçmiş tüm baş karakterlerin hakkını verebilecek kadar güçlü ve deneyimli duruyordu sahnede. Daha sık izleyebilmeyi isterim kendisini. Uğur rolü ile Rami Çakır'ı biraz sönük bulduğumu söyleyebilirim sadece. 


İDT' ye teşekkür ediyor, sezona bol bol oyun izleyerek devam edelim diyorum :))

Karmakarışık

$
0
0
KARMAKARIŞIK - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 2 Perde - 2 saat 45 dakika
Yazan: Ray Cooney - Çeviren: Haldun Dormen / Kemal Uzun - Yöneten: Haldun Dormen
OYUNUN KONUSU: 
Richard Phillips adında saygın bir bakan, rakip partinin sekreteriyle küçük bir kaçamak yapmak için bir otel odası tutar. Ancak otel odasında bir cesetle karşılaştıklarında olaylar içinden çıkılmaz ve karmakarışık bir hal alır.
OYUNCULAR: 
Richard Philips: Erkan Taşdöğen - George Pigdon: Fatih Kahraman - Garson: Ali Ersin Yenar - Susan Philips: Ebru Kaymakçı, Rüyam Perihan Dirin - Gladys Hemşire: Özden Çiftçi - Jane Harmon: Ebru Demirdöven - Müdür: Aral Seskir - Ronnie Harmon: Sinan Cem Çabuk - Ceset: Osman Tunca Soysal - Oda Hizmetçisi: Suzan Sabancı


Ray Cooney , 30 Mayıs 1932 tarihinde İngiltere doğmuş tanınmış ve çok üretken İngiliz tiyatro oyun yazarıdır. Pek çok oyunu tiyatrolarımızda sahnelenmiştir. Orijinal adı ''Out Of Order'' (hizmet dışı) olan bu eseri 1991 yılında yazmıştır. Eser Türkçeye Haldun Dormen tarafından ''Karmakarışık'' olarak çevrilmiştir ve türü vodvildir. Yazarın yine aynı türde ve Haldun Dormen çevirili Kaç Baba Kaç isimli oyununu da geçen sezon izlemiştim. Ancak Karmakarışık'ı metin, espri kalitesi ve oyunculuk anlamında çok daha başarılı bulduğumu ifade etmeliyim.  
Vodvil, toplumsal sorunları, mizahi bir yaklaşımla hicveden tiyatro türüdür.Vodvil türü, 18. yüzyılda sınıf farkının oluşması sonucu Fransa`da ortaya çıktı. İçinde müzikal bölümler, dialoglar, monologlar, ve pandomim gibi değişik gösteri türleri barındırabilir. Komedi`nin alt türlerinden biri olduğu için komediyle pek çok ortak tarafı vardır. Ama bazı yönleriyle komediden ayrılır. Vodvilleri, genellikle mutlu sonla biterler. Hikayenin sonucunda olayların kaynaklandığı sosyal sorunlar ortaya çıkarılmaya çalışılır. Vodvil kişilerinin karakterleri detaylarıyla belirtilmez, belli özellikleri öne çıkarılmış abartılı karakterlerdir. 
İstanbul Devlet Tiyatroları' nın üç sezondur gösterimde olan ve oldukça sevilen bu oyununu Ankara turnesinde yakalayabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.  
Kısaca oyunun konusu; İngiltere Dış İşleri Bakanı Richard Phillip(Erkan Taşdöğen: Zaga'daki vampir tiplemesini anımsıyor musunuz:), İşçi Parti sekreterlerinden Jane Harmon (Ebru Demirdöven: Giydirici' de izlemiştim daha önce) ile kaçamak yapmak için bir otel odası tutar. Ancak odada buldukları pencereye sıkışmış bir ceset, tüm planlarını alt üst eder. Kaçamaklarının ortaya çıkmaması için odalarında buldukları cesedi, otel yetkililerine ve polise bildirmek istemezler. Bakan, bu zor durumdan kurtulmalarına yardımcı olması için baş danışmanı George Pigdon’ı (Fatih Kahraman) da otele çağırır. Otel müdürü, paragöz bellboy (Ali Ersin Yenar), sekreterin eşi, bakanın karısı ve danışmanın annesine bakan Gladys Hemşire' nin gelişen olaylara dahil olmaları ile birlikte sahnede telaşlı ve karmakarışık, izleyici koltuklarında ise eğlenceli ve keyifli anlar başlar.    
Odanın giriş kapısı, yatak odası kapısı, gardolabın kapısı ve pencereden oluşan dört giriş çıkışlı, çok ama çok hareketli vodvilin, iki saat kırk beş dakika boyunca izleyiciye güzel zamanlar yaşattığını düşünüyorum. İlk perdede bir buçuk saat soluksuz su gibi akıp geçti. Ancak ikinci perdenin ortalarından itibaren tekrarlanan ve uzayan sahneler biraz sıkıcı oldu sanki. Oyuna tek eleştirim zaman konusu olabilir. 
Oyun metin türü bakımından derinliği ve sosyal mesajları olmayan bir komedi ancak esprilerin kalitesi kesinlikle benim beğeni standardımı yakaladı. Salondaki herkesi de güldürdüğünü ve çoğunluğu yakaladığını; ayrıca reji yorumlarında dozunda ve nitelikli bir şekilde repliklere yedirilen muhalif göndermeler ve siyasi gündemle ilgili esprilerin izleyiciden olumlu reaksiyon aldığını düşünüyorum.    
Oyunculuklara gelince Erkan Taşdöğen ve Ebru Demirdöven başta olmak üzere, Ronnie Harmon (sekreterin eşi) rolü ile Sinan Cem Çabuk ve Fatih Kahraman ile de devam edip, tüm oyunculuk performanslarını oldukça başarılı bulduğumu söylemek isterim. 
Sonuç olarak Karmakarışık, izleyicisine oldukça keyifli zamanlar vaadeden, rejide ve metinde etkisini hissettiren Haldun Dormen kalitesi ile başarılı bir yapım. Tüm ekip büyük bir alkışı hak ediyor.
Teşekkürler İstanbul Devlet Tiyatrosu...

Gidion' un Düğümü

$
0
0
GIDION’UN DÜĞÜMÜ - ANKARA DT 
Büyük Oyunu - 1 Perde - 1 Saat 15 Dakika
Yazan Johnna Adams
Çeviren ve Yöneten Buğra Koçtepe
OYUNUN KONUSU: 
“ Çocukluk masum olmak demek değildir...Masumiyeti hızla kaybetme durumudur...” 418 numaralı sınıfta bir ilkokul öğretmeni ve bir annenin benzersiz randevusu, ait olduğu sistemi eleştirirken günümüzde gerçekliğin yerini alan sosyal medya , ebeveyn ve eğitimci olma, aile, ahlak, sanat, çocukluk ve hayal gücüne dair düşüncelerimizi sorgulatan bir dram.
OYUNCULAR: Corryn: Meltem Baytok - Heather: Ebru Nil Aydın
Eğitim sisteminin çarpıcı bir şekilde irdelendiği Gidion'un Düğümü, bir birey yetiştirmenin sorumluluğunun sorgusunu, bir anne ve bir öğretmeni karşı karşıya getirerek, bizleri adalet, sanat, farkındalık ve suçluluk duygusu üzerinden gerçeklerle yüz yüze bırakıyor.

Bu sezonun yeni oyunlarından 'Gidion' un Düğümü'çok yeni bir metin olmasına rağmen pek çok topluluk tarafından defalarca sahnelenmiş. Yazar Johnna Adams hakkında internet üzerinden çok fazla bilgiye ulaşamadım, ancak eserin 2012 yılında yayınlandığını biliyorum ve 2013 yılında Amerikan Tiyatro Eleştirmenleri Derneği’nin Steinberg / ACTA ödülünü almış. 
+15 kategorisinde biraz çarpıcı, biraz sarsıcı ve biraz da sert bir metin, konunun ana arterinde bir çocuğun intiharı söz konusu olunca özellikle ebeveyn ve eğitimciler için de son derece etkileyici olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Öğretmen Heather Clark'ı 'Ebru Nil Aydın' ve anne Corryn Fell' i de 'Meltem Baytok' canlandırıyor. Ancak bu yazıda her iki karakterden 'anne' ve 'öğretmen' tanımlamaları ile bahsedeceğim. Bu bölümden itibaren spoiler içerebilir, çünkü metinde oldukça ilgi çekici olduğunu düşündüğüm bazı detaylar var. Konu kısaca; Chicago’da okuldan uzaklaştırma cezası aldıktan sonra intihar eden on bir yaşındaki beşinci sınıf öğrencisi Gidion' un annesinin; oğlunun ölümünden kısa süre önce öğretmenin kendisi ile görüşmek istediğini belirten notuna istinaden, okula gelişini ve bu intiharın ardındaki tüm bilinmezleri öğrenmek için sınıf öğretmeni ile aralarında gelişen sarsıcı diyalogları içeriyor.
Diyaloglar annenin tüm kimlikleri ile adeta bir dedektif gibi sınıfta gezinişi, öğretmeni sorgulayışı, sınıf panosuna asılı öğrenci yazılarını okuması, Gidion' un sırasına oturup, kitaplarının arasından oğluna yazılmış bir not buluşu (notta, Jake tam bir yalancı, ben sana inanıyorum Gidion, yazmaktadır) ile ilerliyor ve sonrasında da Gidion' un okuldan uzaklaştırılması ile ilgili olarak öğretmenin 'çok büyük bir olay' nitelendirmesinde işler düğümleniyor. Bu büyük olayın ne olduğu beslenen bir merak unsuru olarak diyaloglar içerisinde geziniyor ve Gidion' un okuldan uzaklaştırma cezası almasına neden olan büyük olayın yazdığı bir hikaye olduğunu öğreniyoruz.
Bu aşamada sınıf öğretmenin başlarda anneyi ilgisiz, bilgisiz bir ebeveyn gibi görüp sonrasında onun seçkin bir üniversitede orta çağ edebiyatı dersleri veren bir profesör olduğunu öğrendiğinde yaşadığı şaşkınlığını ve üslup değişimini fark edebiliyorsunuz. Metinde verilen öğretmen modeli paradigmaya bağlı, eğitim sistemini koruyan, katı bir eğitimci modeli. Aynı şekilde ilerleyen diyaloglarda öğretmenin de daha öncesinde reklamcı olduğunu ve mesleğinde henüz yeni olduğunu öğreniyoruz ki bu da annenin öğretmenin yeteneklerini sorgulaması için güçlü bir argüman oluşturuyor.
Gidion' un yazdığı hikaye, pek çok yetişkinin bile tüylerini ürpertebilecek ölçüde vahşi, dehşet verici ve insanlık dışıdır. Hikaye, kabilelere ayrılmış öğrenciler tarafından tecavüz edilip öldürülen öğretmenlerin bağırsaklarını bir sopaya dolayıp dokumacılara götüren Gidion' un, bu bağırsaklardan dokunmuş pelerinle kabilesini kurtaran bir şaire dönüşünü anlatmakta ve bir de Jake' in birinci sınıflardan bir çocuğa tecavüz ettiğinden bahsetmektedir.  Oysa ki öğretmen ve okul idaresince dehşet verici bulunan bu hikaye, annenin oğluna anlattığı ortaçağ efsanelerinden birinin abartılarak uyarlanmış halidir. Gidion' un eşcinsel eğilimleri ve Jake' e aşık oluşu da metin aralarında yakalanan dikkat çekici bir detaydır. Ve annenin öğretmene çıkışı: ''Siz kim oluyorsunuz da benim oğluma neyi yazıp neyi yazamayacağını söylüyorsunuz? Bu harika bir hikaye. Benim oğlum bir dahiymiş, büyük bir edebiyatçı olacakmış, siz ise onu anlamamış ceza verip okuldan uzaklaştırmışsınız.''
İşte burası benim için metnin en çarpıcı kısmıydı... Belki Gidion gerçekten iyi bir korku romanı yazarı olabilecekti. Oysa o yerler kirlenmesin diye evin garajında yere muşambalar sererek, kafasına bir kurşun sıkıp intihar etmeyi seçti.
Annenin henüz çok taze olan kaybının izleri okunurken, çok yönlü düşünce sistematiği içerisinde zaman zaman anneliğini sorgulayışı, kendini suçlayışı, eşinin ölümünden sonra Gidion ile yeterince ilgilenememiş olma düşüncesi, zaman zaman ise öğretmeni, eğitim sistemini sorgulayışı, oğlunu anlama çabası, bu çabadaki gecikmişliğin çaresizliği ve duygusal iniş çıkışları çok etkileyici...
Oyunculukları oldukça başarılı buldum ve böyle yüksek tansiyonlu psikolojik bir oyunun oynanmasının zorluklarını düşündüm. Sanatçılar için oldukça yıpratıcı ve sarsıcı bir oyunculuk performansı... Ve bunun her gece her gece devam etmesi o sahnede her gün bu oyunun gösterilebilmesi bende hayranlık uyandırıyor. Her iki kadın sanatçımızı da tebrik ediyorum etkileyici oyunculuk performansları için...
Dekor için kullanılan plastik sandalye ve masalar, modern bir sınıf görüntüsü verse de bana soğuk ve suni geldiler.


Reji için neler söyleyebilirim. Bu metin ile çok daha akılda kalıcı mesajlar verilebilir, düşündürücü vurgular ön plana çıkarılabilirdi belki... Oyuna oldukça yüksek beklentiler ile gittiğim için başarılı bulmama karşın tam bir doyuma ulaşamadığımı söyleyebilirim...

Ankara Devlet Tiyatrolarında sahnelenen 'Gidion' un Düğümü' nün izlenmesi gereken bir yapım olduğunu düşünüyor ve tüm tiyatro severlere öneriyorum.
Viewing all 432 articles
Browse latest View live