Quantcast
Channel: Anne Kaleminden
Viewing all 432 articles
Browse latest View live

Safranbolu

$
0
0
Ankara' dan bir günlüğüne uzaklaşıp, farklı bir yer görmek için iyi bir alternatif Safranbolu. 
1-Kristal Cam Teras
Tokatlı Kanyonu üzerinde yerden 80 metre yükseklikte, 11 metre genişliğinde ve 75 ton ağırlığı taşıyabiliyor.  Enfes bir Tokatlı Kanyonu manzarasını cam bir platformda nefesiniz kesilerek izleyebilirsiniz. Zeminin hafif sallandığını ve yükseklik korkusu olanlar için çok uygun olmadığını söylemekte fayda görüyorum. Bir de camlar çizilmiş ve biraz bulanıklaşmış yepyeni halini de görmek isterdim :)
2-Bulak(Mencilis Mağarası)
Safranbolu merkezine yaklaşık 8 km mesafede Bulak köyü sınırları içerisinde yer alır. Uzunluğu 6 km'ye varan mağaranın yalnızca ilk 400 metresi ziyarete açık olup ülkemizin 4. büyük mağarası niteliği taşıyan bünyesindeki dikitler, sarkıtlar, travertenler, göletler ve yer altı su kaynağı ile bir tabiat harikasıdır. Ziyaretçiler, girişin ardından dar bir bölümden geçerek ulaştıkları ana galeriye girdiklerinde mağaraya özgü muhteşem görüntü ile karşı karşıya kalırlar. Mağaranın içerisinde ilerledikçe de bu güzel görüntü etkisini arttırarak devam eder. Mağaranın ilerleyen bölümlerinde mağara içerisinde yer alan su kaynağı, yer yer 10-15 m'lik yükseklikten düşerek şelale oluşturduktan sonra sifon yaparak yer altında kaybolmaktadır. Daha sonra bu su, birinci giriş ağzının bulunduğu noktada tekrar yüzeye çıkarak, Mencilis kaynağı çıkış ağzını oluşturmaktadır.
Buradan gerçekten büyülendik. 3 milyon yıllık bir doğa harikası ve inanılmazdı. 150 basamaklı zorlayıcı bir merdiven ile mağaraya giriş yapıldığını ve sadece rehber eşliğinde gezilebildiğini eklemek istiyorum. Daha fazlasını istiyorsanız profesyonel ekipler kurup, sadece 400 m ile yetinmeyip 4 km lik parkuru izinli bir şekilde de tamamlayabiliyorsunuz.
3-İki Kaşık Restoran
Yemek için TripAdvisor' da bulduğumuz bu restoranı seçtik. Küçük ve dar bir mekan olduğunu söyleyebilirim. Yöresel lezzetleri tatmak için tavsiye ediyorum. Fiyat-fayda grafiğinin de orantılı olduğunu ve işletmeciliğinden memnun kaldığımızı söyleyebilirim.
4-Safranbolu Çarşı
''Demirciler Çarşısı: İzzet Mehmet Paşa Camisi altından geçen Akçasu deresinin iki yakasına kurulan çarşı sıcak ve soğuk demircilik el sanatlarının üretildiği yaşayan tek Lonca çarşısıdır. Bakırcı ve kalaycı esnaf da bu çarşı içerisinde çalışmaktadır'' burada hem nostaljik hem de hediyelik bir çok obje ile karşılaşabilirsiniz:)
5-Cinci Hamam-Cinci Han
Cinci Han; Safranbolu'lu Karabaşzade Hüseyin Efendi (Cinci Hoca) tarafından 1645 yılında yapılmış.Mimarı kesin olarak bilinmiyor, yalnız Koca Mimar Kazım Ağa tarafından yapıldığı sanılmakta. Tarihi İpekyolu' nun etkinliğini yitirmeye başladığı 20.yy' a kadar kervansaray olarak kullanılan Cinci Hanı 20.yy başlarından itibaren Safranbolu esnafı tarafından depo olarak kullanılmış daha sonra gerekli restorasyonu yapılarak otel olarak kullanılmaya başlanmış. 
Cinci Hamam da aynı şekilde ve hala hamam olarak kullanılmaya devam edilmekte :)
Çarşı içerisinde bol bol lokumcu var. Tabi ki ilçeye adını veren bitki olan 'safran' lı lokum, çay, gazoz, pilav, muhallebi gibi bir çok farklı yiyeceği de tatma imkanı bulabilirsiniz. 
6-Konaklar - Kaymakamlar Gezi Evi
Safranbolu'da oldukça fazla tarihi konak var. Biz içlerinde 18. ve 19.yüzyıl Türk toplumunun geçmişini, kültürünü ve yaşama biçimi ile teknolojisini yansıtan Safranbolu Evleri arasında önemli bir örnek olan Kaymakamlar Gezi Evi' ni gezmeyi tercih ettik. 
7-Hıdırlık Tepesi 
Bu tepede; Safranbolu panoramasını, tarihi konakları ve bu konakların bulunduğu Arnavut kaldırımlı sokakları önünüzde hiç bir engel olmaksızın kahvenizi yudumlayarak kuş bakışı izleyebilirsiniz :)
8-Kent Tarihi Müzesi-Eski Hükümet Konağı
1904-1906 yılları arasında kale olarak adlandırılan tepeye inşa edilen Hükümet Konağı 19 Ocak 1976 yılına kadar hükümet konağı olarak kullanılmış ve bu tarihte çıkan bir yangın sonucunda kullanılamaz hale gelmiştir. 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından başlatılan restorasyon çalışmalarına başlanmış ve 2006 yılında tamamlanarak, Kent Tarihi Müzesi olarak hizmete açılmıştır.Kent Tarihi Müzesi, kentin kültürel, tarihsel, sosyal zenginliğini tanıtmak ve gösterebilmek amacıyla Safranbolu ile ilgili her türlü bilgi, belge, eşya, görsel malzeme, ses ve görüntü kayıtlarını bünyesinde bulundurmak, bu verilere dayalı geçici ve sürekli sergiler düzenlemek amacıyla kurulmuş kültür birimidir.
Kent müzelerini çok seviyor ve gezebilmeyi önemsiyorum ancak bu müzede çok çarpıcı ve etkileyici bir kültürel miras göremediğimi söyleyebilirim. Müzenin hemen yanı başında ise saat kulesi vardı;
Safranbolu tarihi eserlerinin bir arada sergilendiği vadinin ortasındaki Kale’nin üzerinde bulunan Saat Kulesi, Padişah III. Selim’ in Safranbolu’ lu sadrazamı İzzet Mehmet Paşa tarafından 1794-1797 yıllarında yaptırılmıştır.Safranbolu Saat Kulesi ülkemizde bulunan saat kulelerinden çalışır durumda olan ve içine çıkılabilen en eski saat kulesidir.
Safranbolu' dan Ankara' ya dönüş; ''mutlulukla yaşanmış harika bir gün'' kategorisinde anılarımızda yerini aldı :)
Yaşasın yolda olmak:))

Tahtsız Kraliçe

$
0
0
TAHTSIZ KRALİÇE | ANKARA DT
1 perde | 1 saat 15 dakika
Yazan : ÖZLEM SARAÇ | | Yöneten : ÇAĞMAN PALA

KONU:
…Aslında sıradan olabilecek bir perşembe gecesiydi… Saat tam 7’de… Tam 5 kişi geldiler… Yediler, içtiler, gittiler… Hayatımın en unutulmaz gecesiydi…

OYUNCULAR:
BAŞAK ANAT ÖZCAN-ABDULLAH İNDİR-ELİF ŞEKER SAKA-SERAP KUNAK-CEVAT DUMAN-TUNÇ YILDIRIM-ZERRİN EPİKMEN-ŞAHNUR DEDEOĞLU


Suç ve Ceza' ya büyük güçlüklerle bilet alıp,oyuncu rahatsızlığı nedeni ile oyunun iptal edilmesi sonucu, yaşanan hayal kırıklığını bir nebze de olsa dindirebilmek adına, tiyatro hayali ile şekillenen günü başarısız bir kurtarma girişimi, olarak tanımlayabilirim bugünü :)
Oyunlara hazırlıklı gitmeyi seviyorum. Konuyu ve varsa eleştiri yazılarını güvendiğim bir kaç siteden okumaya çalışırım genellikle. Bu oyun için kısıtlı sürede okuduğum yorumlar çoğunlukla olumsuzdu. 

Metinde, kahramanımız Sevinç (Başak Anat Özcan)' in özelinde kadının toplumsal statüsü, ''evde misafir ağırlama sınavı''üzerinden eleştirel bir bakış açısı ile anlatılmaya çalışılmış. Sevinç' in annesinin mutfağından, kendi mutfağına geçişini bir kariyer planlamasına benzetilmiş. 

Bu anlamda malzemesi bol, güzel şeyler çıkarılabilecek bir konu olmasına rağmen metnin yüzeysel kaldığını, zihnimizde bildiklerimiz dışında bir derinlik oluşturmadığını düşünüyorum.
Ancak oyunculuklar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Ev sahibi Sevinç rolü ile Başak Onat Özcan'ı oldukça başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Diğer oyuncular da uyumlu ve başarılıydı.

Kimsenin kendi gibi olmadığı, mutsuz olmasına rağmen herkesin aslında çok mutluymuş gibi göründüğü 3 evli çift ve 1 bekar kadının akşam yemeği üzerinden ilerleyen konu, örgüsüyle bana Cebimdeki Yabancı filmini anımsattı. 
Dekor, ışık, müzik, kostüm metni ve oyuncuları destekleyen, rahatsızlık uyandırmayan unsurlardı. Son olarak final sahnesinin biraz daha çarpıcı olabileceğini düşündüğümü söylemek istiyor ve tek perdelik bu oyuna vakit ayırmak ile ilgili kararı size bırakmak istiyorum.

Fare Kapanı

$
0
0

FARE KAPANI | ANKARA DT

2 perde | 2 saat 25 dakika
Yazan : AGATHA CHRISTIE | Çeviren : SAVAŞ ÖZDURAL | Yöneten : İPEK ÇEKEN
KONU:Fare Kapanı, Agatha Christie'nin aynı adlı romanından uyarlanmış oyunudur. Oyunda; soğuk bir kış günü, Londra'da işlenmiş bir cinayet sonrası, bir dağ motelinde mahsur kalan insanların gittikçe ilginçleşen, gizemli öyküleri anlatılıyor.
OYUNCULAR: PINAR GÜN TOPÇU-ALPAY ULUSOY-ŞEVKİ ÇEPA-ŞEBNEM GÜRSOY-NEZİH IŞITAN-GAYE ALACACI-LEVENT ŞENBAY-DURUKAN ORDU
RADYO ANONSLARINI SESLENDİRENLER:
PSİKİYATRİST: AHMET ERKUT-HABER SPİKERİ: HAKAN ASLAN





Agatha Christie' nin Fare Kapanı isimli eseri, 1947'de İngiliz Kraliyet ailesi için yazılmış bir radyo oyunu olan Üç Kör Fare'den uyarlanmış. 66 yıldır sürekli oynanan oyun; 1952' deki çıkışından bu yana, 18 Kasım 2012' de gerçekleşen yirmi beş bininci performansı ile, Londra' nın West End tarihindeki en uzun süre oynanan oyun olmuş. Agatha Christie, bu oyunun tüm haklarını torununa dokuzuncu yaş günü hediyesi olarak vermiş. Ancak ülkemizde devlet tiyatrolarında ilk sergilenişiymiş.

Giles Ralston (Alpay Ulusoy)

Oyun, Monkswell Malikanesinin salonunda geçiyor. Sahne açılıp da salonun ışıkları yandığında, harika detayların bir bütünlük içerisinde var olduğunu görüyorsunuz. Solda ışıltılar saçarak yanan şömine, yanında kütüphaneye açılan kapı, diğer yanında mutfak ve dışarıya giden bölümü görüyoruz. Solda küçük masa, sandalye üzerinde radyo ve piyanolu yemek odasına açılan bir kapı var. Tam karşımızdaki pencereden ise fırtınalı havayı ve dışarıda yağmakta olan karı görebiliyoruz. Avizelerden, koltuklara, çalışma masasından perdeye her detay titizlikle düşünülmüş, dönemin renk ve izlerini yansıtıyor. 

Mollie Ralston (Pınar Gün Topçu)

Molllie(Pınar Gün Topçu) ve Gilles (Alpay Ulusoy) giriyor sahneye, aralarındaki konuşmalardan onların karı-koca olduğunu burayı bir pansiyon olarak işlettiklerini ve heyecanla gelecek konukları beklemekte olduklarını anlıyorsunuz. O sırada radyodan gelen ses: ''Scotland Yard' a göre, Londra' da bir caddede, saat 24:00' te bir kadının öldürüldüğünü haber veriyor. Cinayet şüphelisinin tarifini ve hava koşullarının çok kötü olduğunu, yolların kapanmak üzere olduğunu söylüyor.

Bayan Casewell (Gaye Alacacı)
Ve kapı çalınarak gizemli konuklar teker teker gelmeye başlıyorlar. Bu noktada kostümlere de değinmeden geçemeyeceğim. Şapkalar, farklı yakalar, yelekler, süveterler dönemin İngiltere' sini oldukça başarılı bir şekilde yansıtıyor. En sonunda da işlenen cinayeti sorgulamak ve yeni cinayetlerin işlenmesini önlemek için gelen polis memuru ile kadro tamamlanıyor.
Komiser Trotter (Durukan Ordu)

İzleyici olarak; ''katil kim'' sorusunun cevabını, tüm oyuncular üzerinde gezinerek arıyoruz. Bunu yaparken tereddüte yer kalmayacak şekilde gerçek ipuçlarının izini sürerken, yanlış noktalara odaklandığımızı fark ediyoruz. Final sahnesine kadar da bu tahminler, bilinmezlik ve merak hep canlı kalıyor. Finalde Agatha Christie' nin zekasına hayran kalmamak olanaksız, tahmin edilemez bir katil, ters köşe, kusursuz bir son :)

Bayan Boyle (Şebnem Gürsoy)

Oyunun dördüncü gösterimine gitmiş olmama rağmen rollerin oyunculara tam olarak oturduğunu, sanki uzun süredir oynuyorlar izlenimi bıraktığını söyleyebilirim. Her ne kadar gerilimi yüksek bir oyun izlesek de, komedi öğelerine de yer verilmiş ve bu küçük espri unsurları eşliğinde cinayeti çözmeye çalışmak izleyicide farklı bir lezzet bıraktı diye düşünüyorum. Oyunculuk performansları anlamında herkesi çok beğensem de içlerinden birinin sevimliliği ve doğallığı ile rolünü bir kaç adım öne taşıdığını kendini de izleyiciye çok sevdirdiğini söylemek istiyorum. Christopher rolü ile yetenekli Şevki Çapa' yı buradan ayrıca tebrik etmek isterim :)

Christopher Wren (Şevki Çapa)
Müzik olarak sadece klasik gerilim temalı melodiler kullanılmış. Ancak oyuna adını veren şarkı ''üç kör fare''şarkısını oyunculardan, ıslıkla, piyanoyla sık sık dinliyoruz. 
Üç fare
Üç kör fare
Bakın nasıl da koşmaktalar
Çiftçinin karısının ardından
Kör bir bıçakla hepsinin kuyruğunu kesmiş
Hayatınızda hiç böyle bir şey
Gördünüz mü üç kör fare olarak
Üç fare
Üç kör fare
Bay Paravicini (Levent Şenbay)

Dekoru ve kostüm tasarımlarını o kadar beğendim ki, yazımda bunları da yansıtabilecek renkli görseller aradım ancak devlet tiyatroları resmi sitesinde sadece bunlar vardı. İpek Çeken; reji, kostüm, dekor konusundaki özeni nedeni ile kuvvetli bir alkışı hak ediyor. 

Binbaşı Metcalf (Nezih Işıtan)

Ankara Devlet Tiyatrosu' nun çok fazla emek verildiği her anında hissedilen beğeni garantili bu başarılı yapımı mutlaka izlemelisiniz. Sizleri İngiliz cinayet gizemini çözmeye davet ediyorum ancak tabii ki katilin kim olduğunu oyunu izlemeyenlere söylememek şartı ile :)

Mutluluk

$
0
0

O yaz babam bize bisiklet alacaktı. Bisikleti tüm kardeşler birlikte kullanacaktık ancak kimin standartlarına göre alınacağı, kullanım hakkı sıralamasında kimin öncelikli olacağı, ne renk, ne marka olacağı konusunda benden büyük iki ablam arasında tartışmalar daha kıştan başlamıştı. Babam bu duruma çare olarak bir yarışma düzenleyeceğini ve yarışmayı kim kazanırsa bisikletin öncelikli sahibinin o olacağını ilan etti. Yarışma ''kompozisyon yarışması'', konu ''mutluluk'' :) Süre 1 hafta, jüri de annem ve babam :) 3 yarışmacı var; iki ablam ve okumayı yeni sökmüş olan ben :)

Bu nedenle mutluluk üzerine düşünmeye başlayışım, ilkokulun ilk yıllarına dayanır ;) Yarışmada sonuncu oldum ama hem düşündüklerim hem de ablamlarımın yazdıkları, mutluluk algımın şekillenmesinde büyük katkı sağladı. 

Mutluluk neydi, neredeydi? İçimizde mi, yanı başımızda mı, Kaf Dağı' nın ardında mıydı? Başkalarını mutlu etmekte mi gizliydi mutluluk yoksa salt kendi tatminimizi ön planda tutmakta mı? Çok zengin olmakta, çok gezmekte, sonsuz özgürlükte, dilediğini yapabilmekte miydi yoksa bir hırka bir lokmada mı? Düşündüm, çok düşündüm...

Sonra bu tablo çıktı kaşıma. Bizim gibi altı çocuklu bu sıcacık ailenin her birinin yüzündeki gülümsemeyi tek tek itinayla inceledim. Kedinin yastığın altında bulduğu o küçücük yere sığdırdım zihnimi. Sonra köpeğin altında yatan ortadaki çocuk oldum ve köpeğin sıcaklığında ısıttım üşümüş duygularımı. Dışarının soğuk ıslaklığı hiç sokulamadı bana. Şemsiyede şarkı söyleyen yağmur sesini dinledim bolca. Hele o güvenli uyku... En lüks otellerin, en ayrıcalıklı suitlerine değişmezdim hissettiğim güveni. Sağım, solum, önüm, arkam hep güven, huzur ve mutluluktu. Onlar yatağa hep beraber sığmakla kalmamış, yaşamın tüm güzelliklerini, en derin, en kuvvetli duygularını ve kocaman muhteşem bir dünyayı da o yatağa sığdırmayı başarmışlardı. Penceredeki iki kuş, tüm aileyi birleştiren yorgan, yorgandan taşan mutlu ayaklar, her şeyi izleyen tavuk, odayı ısıtan soba ve en sonunda tek ayağı kırık karyolayı dengede tutmak için konulmuş iki tuğlanın gururunu iliklerime dek hissettim. 

Ve ne zaman Nazım Hikmet'in dizelerini okusam ''Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?'' ile başlayan, bu tablo geldi aklıma ve ''mutluluk'' deyince de hep çocuk aklımla yazmış olduğum bir kaç kırık dökük tedirgin cümle; 'yaşlı bir teyzeyi karşıdan karşıya geçirmeye yardım edersek, mutlu olur sevinir' :)

Yıllar geçtikçe insanların hayatta önemsedikleri ve amaç edindikleri şeylerin temelindeki mutlu olma arzusunu daha kolay seçebildim. Para, başarı, şöhret, aşk, aile, çocuk, tatil, bolca arkadaş, seyahatler, şık kıyafetler, alışveriş, ev, araba gibi şeylere sahip olarak elde edilen duygu, mutluluk gibi görünse de saman alevi gibi parlayıp sönen haz anlarıydı, sonra herkes yine kendi iç sıkıntısı ile baş başa kalıyordu.

Oysa benim keşfettiğim ve anladığım mutluluk suyun yüzeyinde değil dipte, en derinlerdeydi.
Benim için mutluluk;
Ailende, kardeşlerinde, eşinde, çocuklarında kuracağın sağlıklı, kaliteli ve doğru iletişimde, anlayabildiğini ve anlaşılabildiğini bilmekte, huzurlu ve güvenli hissetmekteydi.
Hayatı paylaştıklarının bireysel özerkliklerine saygı duyabilmekte, aynı saygıyı görebilmekteydi.
Düşüncelerini hürce açıklayabilmekte, korkusuzca savunabilmekteydi.
Sanattın her dalındaki üstün yaratıcılığı hissedebilmekte, takdir edebilmekte, öz beğenilerini oluşturabilmekteydi.
Maskesiz sohbetlerde, yüreğine dokunabildiğin, gözlerinin içine bakabildiğin gerçek insanlarla yaptığın derin ve içten paylaşımlardaydı. 
Kendini yakın hissettiğin ve içini teklifsizce açabildiğin, tamamıyla kendin olabildiğin, güvenebileceğin insanların varlığındaydı.
Mutluluk bakış açısında, düşünce tarzında, hayatın olumlu ve pozitif yanlarını görebilmekteydi.
Mutluluk yaşamın dinamizmini hissedebilmekte, hayatın ritmini fark edebilmekteydi.
Mutluluk doğayla arana hiçbir şey almadığında hissettiğin ait olma duygusunda; kristalleşen karların ışıltısında, düşen ilk sonbahar yaprağında, açan ilk çağla çiçeğinin beyazlığında, kulaçladığın sonsuz mavilikteydi.
Sağlıkla aldığın her nefeste, hayatına kopmaz halatlarla bağlı olanların sağlıklı olduğunu bilmekteydi.

Mutluluk tıpkı bu fotoğraftaki gibi başını huzurla yastığına koyabilmekte ve güvenle uykuya dalabilmekteydi.

Not: Çoğu kişinin ressamını Abidin Dino olarak bildiği bu tablo, mütevazi ve özgün bir çizgisi olan ressam Dianne Dengel'a aitmiş:) 


Annemin İşleri

$
0
0
Yatağımda gözlerimi açmaya çalışıyorum, mutfaktan sesler geliyor, dışarı bakıyorum henüz aydınlanmamış hava, saate uzanıyorum altıya çeyrek var. Ama mutfaktan gelen sesler öyle demiyor, seslere göre saat, kahvaltı öncesi sabah sekiz suları. 
Çok alışık olmadığım bu duruma tepkisiz kalamıyor, çıkıyorum yataktan. Artık ezbere bildiğim uzun koridordan geçip, mutfak kapısına yaklaştıkça iştah kabartan kokularla ve annemle karşı karşıya geliyorum. Annem: "Telefon geldi anneanneni hastaneye kaldırmışlar, İzmir' de. Dayınla yengen başındaymış." derken sakin görünüyor aslında. Ama ben mutfağa bakar bakmaz yolunda gitmeyen bir şey olduğunu anlıyorum. Ocağın üstünde üç tencere kaynıyor, tezgahta pişirilip kenara alınmış iki tane daha var. Bakıyorum göz ucuyla, biri domates çorbası, diğeri mercimek. Annem bir taraftan soğan doğramaya devam ediyor, fırına takılıyor gözüm, nar gibi kızarmış börekleri görüyorum. Bu kadar şeyi pişirebilmek için saat kaçtan beri uğraş içinde olunur, hesap etmeye çalışıyorum. "Ara bir diyor bana, dayını ara da sor, durumu nasılmış." Ne yapıyorsun anne, bu kadar yemek ne olacak, kim yiyecek, diyemiyorum. Çünkü biliyorum ki annemin kendini sağaltma yöntemi bu. 
Ne zaman ailede yolunda gitmeyen bir şeyler olsa anneme bir haller olur. Ablamın boşanma haberi geldiğinde de böyle olmuştu. Eve geldiğimde annem evin halılarını yıkayıp balkona atmış, koltukları silmiş, camları, kapıları parlatmış, mutfak dolaplarını boşaltmaya geldiği sıra yakalamıştım onu. Bana demişti ki:"Ablanla enişten boşanmışlar dün, sabah haber verdiler" yine gayet sakindi ve bu sorunla başa çıkabilmenin tek yolunun evi iyice bir temizlemek olduğuna emindi sanki. Mutfak dolaplarını bitirip, buzdolabını temizlemeye geçtiğinde; ellerini tutup, gözlerine bakıp: "Anne böylesi daha iyi oldu, gel hadi birer çay içelim" demeyi düşündüm. Öylesine işine konsantre olmuş ve dış dünyadan kopuk görünüyordu ki o an bir deprem olsa bile annemin buzdolabını temizlemeye devam edeceği gibi bir hisse kapılıp, bundan vazgeçtim.  
Böyle durumlarda bazıları ağlar, bazıları kapıyı çeker çıkar, bazıları, kızar bağırır, bazıları konuşmaz; benim annem iş yapar. Temizlik yapar, pasta, börek yapar, yemek yapar, dolapları boşaltır, yüklüğü indirir, yün yorganları açar ama hiç durmaz. Tansiyonu düşene, takati kalmayana, eli ayağı tutmayana kadar yapar. Ben o enerjiyi nereden bulduğunu hiç anlayamadım bu yaşıma kadar. 
Bir gün okuldan eve geldim annem çekmiş tüm eşyaları ortaya, muşambayla örtmüş hepsini, boya badana yapıyor. Epey de ilerlemiş. İki odayı bitirmiş, salonda merdivenin tepesinde elinde rulo boya fırçası. Allah dedim kesin bir şey oldu. Ne oldu acaba, inşallah çok kötü değildir falan diye düşünüyorum. "Gel gel" dedi. "Baban bizi terk etti, başka biri varmış, ayrıldı benden." Sanırsın baban ekmek almaya gitti, birazdan gelecek diyor. O derece sakin bir ifade var yüzünde, sesinde. Bütün evi o gün boyadı ama durmak bilmiyor. Bir ara dedim acaba ambulans mı çağırsam, iğneyle falan mı bayıltsalar, ne yapsam da durdursam. Neyse kendiliğinden bayıldı sonra o gün yorgunluktan. 
Dayımı arıyorum hemen. Durum ümitsiz, anneannem zaten 87 yaşında, yoğun bakımda, yaşam desteğe bağlı, iç organlar iflas etmiş, çoklu organ yetmezliği baş göstermiş, her an bekliyoruz diyor dayım. Dayım diyor demesine de gel bunu anneme anlat. Annemden kaçıp, tuvalete kilitliyorum kendimi, ablamı arıyorum, gelsin beraber söyleyelim, gerekirse İzmir' e gidelim.
Bir keresinde çok pis aşık olmuştum. Yemeden içmeden kesildim, kız bana yüz vermiyor, başkasıyla beraber. Kendimi odaya kapatmakla kalmadım, tüm şalterlerimi indirdim, var mıyım, yok muyum, varlığımdan haberdar değilim. Kanım akmıyor, kalbim atmıyor, nefes alamıyorum. Annem arada geliyor odama bakıyor suyumu falan tazeliyor, dualar ediyor başımda, sabırlar çekiyor. Böyle bu üç, dört ay sürdü. Ben kendimi öldüm falan sanmıştım artık. Bir ara nasıl olduysa gözüm pencereden odaya süzülen gün ışığının oyunlarına takıldı. Güneşi göresim geldi, perdeyi araladım, bahardı sanırım. Odadan çıktım, koridordan geçtim, mutfağı aştım, annemi gördüm. Elinde beş numara şişler, habire örüyor. Salonu trikotaj atölyesine çevirmiş. Her yerde ipler, yünler, örülmüş kazaklar, battaniyeler, yer görünmüyor. Renk renk, sıra sıra, ters düz, haroşa, selanik, yün, penye, merserize alakalı alakasız örmüş de örmüş. Annem diyor ki:"Hah oğlum, geldin mi, hadi gel markete gidelim, bir şey kalmadı evde."İçim ısınıyor o anda, donmuş kalbim tekrar atmaya başlıyor sanki.
Ablam geliyor, annem mutfakta un helvası kavuruyor. Ablamı görünce annem işin ciddiyetini daha bir anlıyor sanki, elindeki tahta kaşık daha hızlı dönmeye başlıyor tencerenin içinde. "Anneanneniz ölmüş mü?" diye sorarken çok uysal. 
Annemi İzmir' e götüreceğiz ama sekiz saat otobüste nasıl oyalarız diye konuşuyoruz ablamla. Mümkün değil durmaz, bir meşgale bulmalıyız. Otobüsü temizlemeye kalkabilir, diyorum. Bir yolunu bulmak zorundayız, diyor ablam. Aklıma örgü şişleri ve yünler geliyor birden. İzmir biletleri, yünler, örgü şişleri, annem ve ablam ile yola çıkıyoruz. Anneanneme gidiyoruz, son vazifemizi yapmaya.

Görsel: Jose De La Barra
Not: Öykü tamamen hayal ürünü olup, gerçek hayatımla ilgisi bulunmamaktadır.

12 Öfkeli.

$
0
0
12 ÖFKELİ. | ANKARA DT
1 perde | 1saat 40 dakika

Yazan : REGİNALD ROSE | Çeviren : Ş. NECATİ ŞAHİN | Yöneten : M. AKİF YEŞİLKAYA
KONU: Bir insanın “hayatı” söz konusuyken “beş” dakikada karar verebilir miyiz? Ya yanılıyorsak?

OYUNCULAR : (8)ALPER TAZEBAŞ- (4)ULAŞ ERSOY- (3)İRFAN KILINÇ- (7)EDİP TÜMERKAN- (10)ŞEKİP TAŞPINAR- (9)MEVA KÜÇÜKAKYÜZ- (1)DİLEK ARIBAL- (6)MURAT KESİM- (5)ONUR KAYABAŞI- (12)AKIN BERK SAĞIROĞLU- (2)EREN ÖZKAN- (11)KADİRCAN ŞEREN- DOĞUKAN SOYKÖK(Mübaşir)

YARGICIN KONUŞMASI: MEHMET ATAY

Bilet alabilmek konusunda Ankara tiyatro izleyici ile bu sene yarışamıyorum. Biletler ne olduğunu anlamadan internet gişesinde tükeniyor. İzlemeyi çok istediğim oyunlar için gişeden bilet almanın yanı sıra yeni bir alternatif olarak '12 Öfkeli Nokta' da 'seyircili genel prova' yı deneyimledim.

Seyircili genel prova sahneye yeni konulan bir oyunun, prömiyer öncesi; oyun ekibinin arkadaşları, öğrencileri, hocaları, yakınlarından oluşan izleyiciye son kez ve son haliyle oynanması. Her oyun için şart olmamakla birlikte duyurulan kitlenin de kısıtlı olduğu düşünülürse, duyunca gitmek gerek bence :) İrfan Kılınç instagram hikayesinde paylaşınca ben de duymuş oldum :) 
Sidney Lumet’in ilk uzun-metraj denemesi olan film 1957, ABD yapımıdır. Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan esinlenerek uyarlanan film, 1957 Amerika'sını karakterlerin psikolojik, sosyolojik ve dönemin toplumsal yapısını ele alarak ön yargıları kırmaya yönelik, insan hayatının önemini vurgulayıcı doktrinler sunar.
12 Öfkeli Adam, filmini yakın zamanda izlemiş ve oldukça etkilenmiştim. Filmin tek mekanda geçiyor oluşu zaten hemen bir tiyatro uyarlamasını getiriyor akla ki zaten ilk hali oyunmuş. Konu, babasını öldürmekle suçlanan bir gencin idamla yargılanması ve bu konu hakkında son kararı verecek olan 12 jüri üyesinin karar verme sürecini kapsıyor. İlk oylamada 11 suçlu-1 suçsuz oya karşılık, gelişen diyaloglarla sürecin farklı bir noktaya ulaşması çok çarpıcı repliklerle işleniyor. Bu süre zarfında yabancı düşmanlığı, sürü psikolojisi, geçmişinden etkilenme, bencillik gibi bir çok eğilimi jüri üzerinden gözlemleyebiliyoruz. 
Birinci Jüri: Moderatör konumunda diyebiliriz. Tartışmaya şekil vererek grubu düzenlemeye çalışıyor. Oylamaları yaparak sonuca ulaşmaya çalışmaktadır. Bu karaktere, eseri yazanın ve yönetmenin gözünden bakarsak ‘’sistem adamı’’ olduğunu görebiliriz.
İkinci Jüri: Minyon tipli ve gözlüklü olan ikinci jüriyi, Amerikan kültürünün yarattığı korkak ve sürü psikolojisine uyan, kafası karışık sâde bir vatandaş olarak görebilmek mümkündür.
Üçüncü Jüri: En öfkeli, aksi, ön yargısından ödün vermeyen geçmişinde yaşadığı olaylar, hayatını önemli bir şekilde etkilemiş olsa ki ‘’kendi çocuğunun’’ onu terk edişinden ötürü çocuklardan nefret eden bir psikoloji sunan, üçüncü jüri filmin demirbaşlarından.
Dördüncü Jüri: Mükemmelliyetçi, mantığına güvenen kibirli bir izlenim yaratmaktadır. Yorumlarıyla ‘’suçlu’’ diyen çoğunluğu merkezine toplamak isteyerek bu durumu da amerikan iktidar arzusunu akıllara getirmektedir.
Beşinci Jüri: Çekingen sade bir vatandaşın izlerini görmek mümkün. Çocukluğunda yoksul mahallelerde yaşadığından kaynaklı özgüven sorunu yaşayan biri görünümünde. Sıra ona geldiğinde ‘’-beni atlayabilir misiniz’’ diyerek konuşmak istememiştir.
Altıncı Jüri: Sürü psikolojisinden sıyrılamayıp kendi düşüncelerini tam anlamıyla yansıtamayan bir görüntü çizmektedir.
Yedinci Jüri: Umursamaz, bencilce davranışlar sergileyerek biran önce odadan çıkmak isteyenlerin başını çekenler arasındadır. Sabırsız bir Amerikalıyı görmek mümkün.
Sekizinci Jüri: Muhalif, akılcı, merhamet duygusunu yitirmemiş, olaylara değişik taraflardan bakabilen, kendinden emin ve kafaları karıştırıcı söylemleriyle diğerlerini kızdıran, gösterdiği davranışlarıyla amerikan adalet sistemine karşı bir karakter çizmektedir. Filmin ana karakteri.
Dokuzuncu Jüri: Gruptaki en yaşlı adam. Tecrübe ve gözlemleriyle sekizinci jüriye en çok yardımı dokunan ihtiyar. İlk başta çoğunluğa ayak uydursa da sonrasında daha geniş düşünmeye başlayarak tartışmalara sürpriz tezler sunmaktadır.
Onuncu Jüri: Filmin başından sonuna kadar burnundan mendili düşürmeyen, sürekli terleyen, huysuz yaşlı bir adam. Israrla ‘’suçlu’’ diyenler arasında görmek mümkün.
Onbirinci Jüri: Bırakmış olduğu bıyıkla amerikalı sosyal-demokrat imajı yaratan konuşmaktan çok dinlemeyi ve dinlerken de an an müdahele ederek sorular sormayı seven bir karakter çizmekte.
Onikinci Jüri: Grubun en kafası karışık adamı. Sürekli karar değiştirip kızgınlıklara yol açmaktadır. Bu durumda da normal bir amerikan vatandaşının nasıl bir oy kullanma potansiyeli olduğunu göstermeye çalışılmış.
Filmde tüm jüri erkek karakterlerden oluşmakta iken; oyunda 9 ve 1 numarada iki kadın jüri var ve onlar dışındaki tüm oyuncular ''İkinci Katil'' de izlediğimiz tiyatrocular. Bu anlamda aynı kadronun yeni bir oyunda bir araya gelmesinin uyum ve sinerji açısından katkı sağladığını düşünüyorum. İrfan Kılınç, Şekip Taşpınar, Ulaş Ersoy performanslarıyla lokomotif konumunda ve çok çok başarılılardı. Alper Tazebaş, ilk oylamada ''suçsuz'' oyu kullanan jüri olarak oldukça etkileyiciydi. Diğer oyunculuklarla ilgili olarak izleyiciyi rolüne inandırmak konusunda sıkıntılı duran 9 numaralı jüri dışında tamamının sahnede iyi durduğunu düşünüyorum. 

Dekor uzun dikdörtgen masa etrafında sıralanmış sandalyeler, sol köşede lavabo, solda ise çay, kahve standından oluşuyor. Oyunu ilginç kılan detaylardan biri de sahnenin dört köşesinde yer alan dört adet izleyici koltuğu. Biri boştu ve oraya geçmeyi düşündüm ancak oyunu izlemek ve bütüne hakim olabilmek açısından oyuncular ile o kadar yakın olmanın çok da iyi bir fikir olmadığına karar verdim:) Kostüm, ışık, müzik, dekor oyuna destek veren unsurlardı ancak ikinci yarıdan sonra başlayan yağmur sesinin şiddetinin biraz düşürülmesi gerektiğini düşünüyorum, çünkü bir süre sonra gereksiz bir şekilde kulakları rahatsız etmeye başladı.

Metin anlamında oyuna bayıldığımı söyleyebilirim.  1 saat 40 dakika süren tek perdelik oyun boyunca bir an bile ilgi ve merakınızı kaybetmiyor, oyundan kopmuyorsunuz. İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesinde gösterilen 12 Öfkeli.' nin, kesinlikle sezonun en iyileri arasında anılacak çok başarılı, harika bir kadroya sahip, tatmin edici bir temsil olduğunu ve kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ve ''İyi ki tiyatro var!'' diyorum:)

Not. Oyuna ait görseller henüz yayınlanmadığından daha sonra eklenecektir.

Lena, Leyla ve Diğerleri

$
0
0
LENA, LEYLA VE DİĞERLERİ | SİVAS DT
1 perde | 1 saat 5 dakika
Yazan : ZEHRA İPŞİROĞLU | | Yöneten : AYŞEN İNCİ
KONU: 
Giyindim, Üst üste
Bir ben vardı içimde
Matruşka bebekler gibi…
Bir bedenin içine kaç ruh, kaç dünya sığar? Kaç kadın içinde yaşadığı kimlik karmaşasını sağlıkla atlatır? Yaşadığımız coğrafyanın etkin baskılarını göz önünde bulundurduğumuzda; hayır demekle diyememek arasındaki çizgiyi, baş kaldırmakla boyun eğmek arasındaki keskinliği ve bir kadının içindeki kargaşayla dışındaki düzenin çarpışması sonucu oluşan durumu tüm gerçekliğiyle izlemeye çağırıyor sizi Lena, Leyla ve Diğerleri… İyi Seyirler… 
OYUNCULAR : Filiz DEMİRALP

Turne oyunlarını, başka türlü izleme şansını çok zor yakalayabileceğim farklı oyuncular ile beni buluşturduğu için çok seviyorum. Lena, Leyla ve Diğerleri bu anlamda kendimi çok ama çok şanslı hissettirdi :)
Lena' nın öyküsü, erkek egemen bir kurgu içerisinde kaybettiği kendini arayan ve tekrar özgürleşmek isteyen bir kadını; Ukrayna Kiev' de üniversitede sosyoloji okurken tanışıp, aşık olduğu Mustafa' nın peşinden İstanbul Güneşören'e, varoşa sürüklenen Lena' yı anlatıyor. Lena içine düştüğü sert eril aile düzeni içerisinde var olabilmek için Lena' yı susturup, kendinden bir Leyla yaratıyor. Bilgili, eğitimli, yetenekli, cesur, eğlenmeyi bilen, erkeklerle eşit koşullarda büyümüş Lena yerini korkak, annelik kimliği ve zaafları altında güçsüzleşmiş, kaderine razı, bulunduğu toplumun kültürüne uyum sağlamış bir kopya insana, Leyla' ya bırakıyor. Ya da ne kadar istese de bırakamıyor ve sonu akıl hastanesine kadar varan içsel bir çatışma yaşamaya başlıyor. Burada sadece Lena' ya değil, Lena özelinde ataerkil düzen içerisinde kimliğini ve özgürlüğünü kaybetmiş tüm kadınlara üzülüyoruz. Öykü izleyiciyi duygu düzeyi olarak yakalamakla kalmıyor, düşünsel olarak da bir açılım sağlamayı başarıyor.
Filiz Demiralp, tanışmaktan çok memnun olduğum bir sanatçı oldu ve aklımdan hiç çıkmayacak başarılı performansı ile hayranlığımı kazandı. Bundan sonra tüm oyunlarının takipçisi olacağım :) Rolünü bu kadar hissederek oynamasının ve hissettiklerini izleyiciye bu kadar iyi geçirebilmesinin her oyuncuya nasip olmayacak özel bir yetenek olduğunu düşünüyorum. Ayrıca söylediği duygusal şarkılar ile ses ve müzikal anlamda da oldukça başarılı bulduğumu belirtmek istiyorum kendisini.
Oyunu yöneten Ayşen İnci' yi daha önce İkinci Bölüm isimli oyunda izleme şansı bulmuş ve oldukça beğenmiştim. Rejide de iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum. Metin belirli bir kronolojik sıralama izlemeksizin olayları dağınık bir şekilde aktarıyor. Sanki Lena o anda aklına gelen geçmişindeki kesitleri doğallıkla anlatıyormuş gibi ve oldukça başarılı bir şekilde bu parçaların izleyiciye ulaştığını düşünüyorum. Zaten Filiz Demiralp' in etkileyici ve doğal oyunculuğu ile izleyiciyi yakalamak konusunda hiç bir sorunu olmuyor.
Lena, günün sonunda her şeyi geride bırakıp, yeni bir başlangıç yapabilecek gücü içinde buluyor. Başka türlüsünü bilmediği ve hayal edemediği için hayır diyemeyen, hayatına başka bir yön veremeyen kadınlara umut oluyor. 
Metindeki bir kaç yüzeysel ve klişe anlatımı göz ardı edersek genel anlamda başarılı bulduğum ve izlemekten keyif aldığım bir temsil oldu. Yolunuz Sivas' a düşerse Lena' ya bir uğrayın derim :)  

Sadece Yanımda Kal, Gitme Bir Daha

$
0
0
Sana bu satırları çok uzak bir yerden yazıyorum. Güneşin doğmak istemediği, denizin dalgalanmadığı, ayın geceyi görmemek için gözlerini kapattığı, rüzgarın utanç içinde estiği bir yerden.

Senelerce senelerce evveldi diye başladığı gibi sevdiğim iki şairin de şiirlerine,
Ben de oradan başlamak isterim anlatmaya:
Senelerce senelerce evveldi;
Henüz heyecanımız taze, inancımız tamdı hayata. Henüz hiçbir şeyi boş vermemiştik, koy vermemiştik daha. Zihnimizde fikirler, düşlerimizde kuracağımız harika dünyanın formülleri vardı.

Senelerce senelerce evveldi;
Değiştiremeyeceğimiz bir şey yoktu. Ortaya koyamayacağımız şey de öyle... Önce hayallerimizi sonra yüreklerimizi ve sonra da bedenlerimizi koyduk masaya. Ya da hiç olmayacak bir masala, sonu mutlu bitmeyecek, içindeki prensin de prensesin de sonsuza dek ayrı kalacakları, kavuşamayacakları bir masala...
Bir varmış bir yokmuş;
Çok uzak bir ülkede yaşayan, birbirlerini çok ama çok seven bir prens ve prenses varmış. Prens demiş ki ''buralardan gitmeliyiz, burada mutlu olmamıza izin vermeyecekler, gidelim''. Oysa prenses kaçmanın korkakların işi olduğuna inanırmış ve kalıp, mücadele etmek istiyormuş. Sonunun nereye varacağı belli olmayan bir yola girmişler birlikte böylece...  

Dilden dile anlatılan kahramanlık öyküleriyle, elden ele dolaşan teori kitaplarıyla, sık sık düzenlenen toplantılarda cesaretlerini büyütürlerken, aralarındaki sevginin ateşinden zafer gününün ışığını göremez olmuşlar.

Senelerce senelerce evveldi;
Bize bir gül bahçesi vaat etmemişlerdi, bu çok açıktı. Ancak hayatta her yer benim için cennet olabilirdi, eğer sen yanımda olsaydın. Ortadan yok olmuştun, toz olmuştun, buhar olmuştun. Senden haber alamamanın üzerinden geçen her dakika mantığım da doğru orantılı olarak benden uzaklaşıyordu. Sen yoksan burada olmanın da hiçbir şeyin de anlamı yoktu ki benim için. ''Yokluğun cehennemin öbür adıydı'', işte... Ben de gittim, gönderdiler de biraz sanki, ya da benim daha çok işime geldi, öyle anladım.  
Şimdi, yıllar sonra, seni son görüşümün üzerinden geçen onca yıldan sonra, bir mektup uzağımdasın.  Bir adres geliyor bir yerlerden, yazıyorum sana, buluşuyoruz. Ve biz o kadar şaşkın ve çaresiziz ki, konuşamıyoruz. ''Eğer bırakıp gittiysem seni, olmadığına inandığımdandır'', diyorum ya da dedim sanıyorum. Gözlerine bakıyorum, yoksun orada, zaten ben de yok gibiyim. Nereye koyacağını bilemediğin ellerin sanki bir başkasına ait ve ben soramıyorum ki, lanet olsun soramıyorum ki, neler oldu, ne yaptılar sana diye... Çünkü ben her gün bunu düşündüm. Düşündükçe önce kalbimin kaynayan bir tencere içerisinde günlerce kavrulduğunu hissettim, sonra ateş sönüp, su soğumaya başlayınca, o kadar hissizleşti ki her gün etrafında bir kat zar oluştu kalbimin. Bu kez öyle kalınlaştı ve sertleşti ki atmamaya başladı yani atamamaya. Beynim ise düşünmekten, kafamın içerisine sığamaz olmuştu, büyüdükçe büyüdü. Kulaklarımdan, burnumdan, ağzımdan dışarı taştı. Onları ben içeri sokmaya çalıştıkça her yere yayıldılar. Nereye baksam beynimin parçalarını görüyordum. Hayattasın işte diyorsan, evet ölmedim ama yaşamadım da ben yokluğunda...  

Lütfen sus ve hiçbir şey söyleme. Sadece yanımda kal, gitme bir daha. Seni bana zaman anlatmalı, dudakların değil. Gözlerinden süzmeliyim sonbaharın son güneş ışıklarını, içime tuttuğun aynalardan değil. Bir ip ile bağlayıp kendimi inmeliyim derinliklerine ruhunun ve orada görmeliyim, görmem gerekenleri. Zaman, bir deniz gibi düzeltir kıyılarımızda yüzeyi bozulmuş ne varsa. Sadece yanımda kal, gitme bir daha...

Not.Öykü tamamen hayal ürünü olup, gerçek hayatımla ilgisi bulunmamaktadır.
İllüstrasyonlar. Amanda Cass' a aittir.

Terörist

$
0
0
TERÖRİST | ANKARA DT-
1 perde | 1 saat 30 dakika
Yazan : RIDVAN ŞENTÜRK | | Yöneten : SELÇUK GÖLDERE
KONU:Terörist, bir perdeye hayatı sığdırmak isteyen, hayatın çeşitli gerçeklikleri arasında gezinirken varoluşa ilişkin temel sorular yönelten, sahnede başlamış ve sahnede biten bir hayatın hikâyesidir. Bir oyun değil, sahnede doğmuş sonsuzluk çekimlerinin cazibesine tutulmuş hayat ları sahneye koymak adına doğunun ve batının zaman ve mekân farklarını aşacak fikirlerin peşinde koşan bir çığlıktır.
Ulaşılmak istenen estetik ve hakikat anlayışı yeni farkların ve sınırların, biçimler ve görüntülerin göçebe bir tarzda oynaştığı mucizevi bir sırdır. Bize nüfuz eden ve eserlerimize damgasını vuran bütün fark ve sınır aşımlarını açımlayan ve kristalleştiren bir hakikat anlayışıdır bu! “İşte var!”ın estetiği, “işte var!”ın yüklediği etik sorumluluktur! Terörist bir sonsuzluk tutkusudur! 
OYUNCULAR: EREN ORAY-İCLAL KARADUMAN-CEBRAİL ESEN-SEVGİ TEMEL
DANSÇILAR: DENİZ ALP-EBUBEKİR BORA-DENİZ ÇALIŞKAN

Terörist bu sezon oyunları içerisinde tanıtım metnini okuyup bende en çok merak uyandıran temsil oldu. Hele ki bir kaç izleyici yorumu okuduktan sonra(ki çoğu ya ben bir şey anlamadım ya onlar anlatamadı şeklindeydi) merakım iyice cezboldu :) Ve An'kara' ağır ağır ama 'kara'rlı bir şekilde 'kara' teslim olurken Stüdyo Sahne' de izlediğim ilk oyun oldu :)
Dairesel bir sahne ve sahne içerisinde ve etrafında oyuncular ve dansçılar eşliğinde izleyiciler yerlerine yerleşiyorlar. Biz yerlerimize yerleşirken oyuncular muhtelif yerlerde dans ediyorlar, ancak buna dans demek ne kadar doğru bilemiyorum daha çok kıvranıyorlarmış hissi bırakıyor. Oyunun başlama anonsuyla birlikte ise oyuncular sürünerek zombivari hareketlerle sahneye doğru gelmeye başlıyorlar. 
Sonrasında sahnede Cebrail Esen'(Daha önce Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe' de izlemiştim) i görüyoruz. İzleyiciye hareketleriyle mimikleriyle bir şeyler anlatmaya çalıyor, konuşmaya çabalıyor ancak sadece anlamsız sesler ve çığlıklar duyabiliyoruz. Sinirleniyor, bağırıyor, çağırıyor(İnsanoğlunun dili keşfetmesiyle ilgili olabilir mi acaba)... Ve sanki bir ayini anımsatan tuhaf devinimler içerisine giriyor herkes. Sonrasında Cebrail Esen konuşmayı başarıp, giriş tiradı olarak tam da oyunun tanıtım metninin aynısını söylüyor.
Metin sembollerle dolup taşan zor bir metin. Oldukça fazla metafor var. En başında sahne dairesel ve on iki sandalye mevcut bu sandalyeler hem saatleri hem de maddeyi, eşyaları temsil ediyor gibi. Oyun boyunca o sandalyeler atılıp, devrilip, düzeltilip, savruluyor bir çok kez. Ayrıca dekor olarak kullanılan dev kahve fincanı, dev terlikler, savrulan sandalyeler sanki insan-meta ilişkisini sorgular, yıkıp yeniden kurar nitelikte. Düşündükçe pek çok anlam çıkarılabileceğini hissettiriyor insana. 
Metin; zaman, varoluş, hakikat, materyalizm ve yanılsama üzerine söyleyecek sözleri olan ancak bunu büyük bir kaos içerisinde sunduğu için anlaşılması kolay olmayan bir metin. Aslında metnin bir temel kurgusu da var. Anlatıcı(Cebrail Esen) oyun yazarını temsil ediyor ve tüm diğerleri de oyunun kahramanlarını. Oyun ilerledikçe kahramanlardan Eren Oray'(Daha önce Akıl Defteri' nde izlemiştim) ın  yaratıcısına itaat etmeyip, rolünün dışına taştığını görüyoruz. Ona biçilen rol efendi-köle ilişkisini anlamlandırmak üzerine kurulmuş iken bir süre önce eşi tarafından terk edilen ve hizmetçisi ile ilişkisine tanıklık ettiğimiz kahraman kontrolden çıkarak başkalaşır ve sonu isyan ve intihara varan bir süreçle boğuşur. Eren Oray'ı burada metni kurgulandıran karakter olarak tanımlayabiliriz.
Sevgi Temel' e ait son tirad (varoluş, zaman, yok oluş, madde, insan, hakikat vb) en anlaşılır ve izleyiciye en çok ulaşan bölümdü diye düşünüyorum. Ve genç oyuncuyu performansıyla başarılı bulduğumu üzerine koyacaklarıyla bu alanda kendine sağlam bir yer edineceğini düşündüğümü de ekleyebilirim.  
Oyunculuk anlamında Eren Oray performansı muazzamdı.
Cebrail Esen çok başarılıydı ama hani bir şey eksik der ne acaba bilemesiniz ya öyle bir tat bıraktı. 
Müzik ve danslar, dansçılar, ışık, ses enfesti. Hepsini tek tek tebrik ediyor alkışlıyorum :) Rejisör Selçuk Göldere' yi metni böylesine uçsuz bucaksız ama böylesine akılda kalıcı ve düşündürücü sunabildiği için ayrıca tebrik ediyorum. Ankara Devlet Tiyatrolarını böyle cesur, gişe kaygısız, kısıtlı bir kitleye hitap eden prodüksiyonlar ortaya koyabildiği için alkışlıyorum :)  
Her ne kadar biraz kaotik, sert, gerilimli, anlaşılmaz, öyküsü-metni olmayan bir oyun olarak bulma riskiniz olsa da;
Sıra dışı, enteresan, farklı, düşündürücü, sorgulayıcı deneyimlere açık olan tiyatro severler için kaçırılmayacak bir fırsat olarak gördüğüm bu oyun için vakit ve enerji ayırmanızı öneriyorum :)
İyi ki tiyatro var :)))

5. ve 6. Sınıflar Ne Okur?

$
0
0
Çocukların kitap okuma tercihlerine yakın zamana kadar destek oluyordum. Bu konuda yararlandığım kaynak siteler vardı. 'Okusun da ne okursa okusun' diyemedim hiç. İçeriği ile de ilgiliydim hep okuduklarının. Ancak geçtiğimiz yıldan itibaren okuma konusunda Elif' in kendi tercihleri oluştu. Genç edebiyatı konusunda onun sayesinde ben de biraz fikir sahibi oldum. Wattpad ile tanışmam da bu şekilde oldu. Wattpad amatörce e-kitap yazma ve yazılanları okuma sitesi. Hitap ettiği yaş aralığı oldukça düşük, daha çok teenage gruba hitap ediyor. Orada yazılan paylaşılan hikayeler ise beğenilip, okundukça yayınevleri tarafından basılabiliyor. 
Wattpad kitaplarını yazanlar da oldukça genç insanlar ve bu yaşta kitaplarının basılıyor ve yazar olarak anılıyor ve hatta imza günleri düzenliyor olmaları ilk etapta olumlu olarak düşünülse de yazılanların içerik ve edebi değerleri çokça tartışılıyor. Hatta artık çok okuyan da bilmiyor, şeklinde eleştiriliyor. Ve hatta bu içeriklere erişimin kısıtlanması gerektiğini savunanlar da az değil. Burada yayınevlerinin sadece ticari kaygılarla kitap basmaları da etkili diye düşünüyorum. Ancak sebepler ne olursa olsun ortada ciddi bir yazar ve okuyucu kitlesi olduğu tartışma götürmez. Bu noktada çocuklara bazı şeyleri yasaklamak yerine kendi tercih, düşünce ve davranış sistemlerini geliştirmelerine izin verirken; pozitif iletişim, ortak kurallar, düzeyli tartışma zeminleri oluşturarak karşılarında değil, yakınlarında durmak gerektiğini düşünüyorum. 
İpek Ongun okuduğumu anımsıyorum ancak lisenin ilk yıllarına denk geliyordu:) Elif ise tüm seriyi şimdiden tamamlamış durumda. Bu seri de içerik olarak wattpaddeki eleştirilere odak oluşturacak hikayeler örgüsüne sahip bir kitap dizisiydi. O zamanlar internet yoktu, dolayısıyla düşüncelerimizi kirletme tehlikesi olan uçsuz bucaksız bir deniz de yoktu. Şu an teknolojinin ket vurulamaz yükselişi ile seçenekler sonsuzlaştığı gibi bu seçeneklere erişim hızı da anlarla nitelendirebileceğimiz kadar kısaldı. 
Bu kitapların Eren' in tercihleri olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum. En azından tercihleri var diye seviniyorum :) Ve neyse ki bir de okulda verilen okuma listeleri var :)
Harry Potter'ın yeni rakibi ise ilk görselde yer alan Percy Jackson (Rick Riordan) serisi. Şu an Elif' in nefes almadan okuduğu seri bu. Genellikle seri şeklinde olan kitapları tercih ediyor zaten. Ve neredeyse her ay ciddi ve uzun araştırmalar sonucunda oluşturduğu kitap listesini elime tutuşturup sipariş ediyor. Sonra bir de ben o liste üzerinden bir araştırma yapıyorum ve sonuçta uzlaştığımız listeyi sipariş ediyoruz :)
Vampirler serisi de geçen yıl keyifle okuduğu bir diziydi.
Wattpad kitaplığından bir kitap ikilemesi. Wattpad kitaplarının her ikisini de (3391 ve Ayçöreği) arkadaşlarından fazlaca övgü duyup, ısrarla almaya çalıştığı için edindi ancak okuduktan sonra konuştuğumuzda çok da beğenmediğini, kurguları abartılı ve saçma bulduğunu söyledi :)
Vazgeçilmezimiz Can Yayınları sanırım kütüphanesinde bir rafı kaplıyor. Kitapsız kaldıkça dönüp dönüp okuduklarından.
Ve benim tercihlerim :) Hala az da olsa bir kaç kitap ekleyebilirim bence çocuklarımın okuma listesine:)

Not: Görsellerini paylaştıklarım içinde Beyza Alkoç 3391 ve Zeynep Sahra Ayçöreği, Elmalı Turta wattpad çıkışlı kitaplardır.

2018' e Veda

$
0
0
Bu yıl da önceki yıllarda olduğu gibi mutlu anlarımızı içeren bir fotoğraflar geçidi hazırladık :)
Kalabalık aile sofraları bizim için yine çok özel ve anlamlıydı.
Yaz tatili= Altınoluk denklemini bu sene de bozmadık. Yazın tadını kuzenlerimizle bir arada çıkardık.
Graffity ilgi alanımıza girdi. Duvarlarda hep graffity aradık ve bulduğumuz yerde de fotoğrafladık:)
Elif ve Eren bu sene de birbirleri için vazgeçilmez olmaya devam ettiler.
Kuzenlerimizle birlikte zaman geçirmeyi hem çok önemsedik hem çok sevdik.
Ve aile olmanın güzelliklerini, hissettirdiği güven ve huzuru derinden yaşadık.
2018 de Eren 10, Elif 11 yaşını bitirdi :)
Arkadaşlarımızla birlikte geçirdiğimiz vakitler bu senenin keyifli anılarında yerini aldı. Sağda, solda, orada, burada, her yerde, her fırsatta birlikte olmaktan keyif aldıklarımızla zaman geçirdik.
Eren bu sene ilkokulu tamamlayarak ortaokula başladı. 5 ve 6.sınıf öğrencileri oldular.
Amasya, Safranbolu, Diyarbakır, Mardin, Sinop bu sene gördüğümüz yerlerdi.
Bursa, Salda, Asos, Trilye, Mudanya da öyle.
Arkadaşlık ve paylaşmak birlikte olmak ve anı biriktirmek demekti.
En büyük kuzenimiz Ezgi Ablamız Eylül ayında evlendi.
Hobi kurslarına ara versek de spora, sanata, edebiyata, müziğe, tiyatro ve sinemaya çok yakındık.
Tabi gezmeye ve eğlenmeye de :)
En iyi yaptığımız şeyi yapmaya; büyümeye devam ettik :)
Ankara' ya kar uzun zamandır ilk kez yeni yıldan önce geldi ve seneyi iki gün kar tatili ile tamamlamış olduk. Ve 2019'a; Almanya' dan Antalya' dan gelen kuzenlerimiz, Niğde' den gelen teyzemiz ile çok kalabalık ve çok mutlu girdik. Herkese harika bir yıl diliyoruz. Mutlu seneler :)

2017 yılı için tık.
2016 yılı için tık.
2015 yılı için tık.
2014 yılı için tık.
2013 yılı için tık.
2012 yılı için tık.
2011 yılı için tık.
2010 yılı içink.

Kör Baykuş

$
0
0
İran’ın yasaklı yazarı Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş romanından sahneye uyarlanan eser; insan benliğinin kaotik dehlizlerinde, bin yıllardır cevabını aradığı sorulara ulaşma çabasının ve varoluşunun bir senfonisi. Güzelliği ve saflığı arayan bir adamın (insanlığın) onu güzel bir kadın cisminde bulduğu yanılsamasına düşerek, yanan mumlar gibi eriyip tükenişi. Romanın karmaşık zihinli başkarakteri Sermet Yeşil’in etkileyici performansıyla hayat bulurken, ona gölgeler ve kuklalar eşlik ediyor. Sâdık Hidâyet’in karmaşık dünyası ve kaygıları Işıl Kasapoğlu’nun sihirli ve gizemli sahne estetiğiyle hayat buluyor.
Sâdık Hidâyet, 17 Şubat 1903’te Tahran’da doğmuştur. Modern İran edebiyatının önemli isimlerinden biridir. İran’ın saygın ailelerinden birinin oğludur. Tahran’da Fransız Kolejinde okumuş ve daha sonra Paris’e gitmiştir. Yurduna dönünce kâtiplik yapmış, edebiyat toplulukları kurmuştur. Tek romanı Kör Baykuş (Buf-i Kur) 1936 yılında Hindistan’da yayımlanır. Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca gibi dillere çevrilmiştir. Hayatın bunalımlarını, tekdüze ve karanlık gerçeklerini, semboller ve şiirsel bir planla aktarmıştır. Afyon tiryakisi bir ruh hastasının güzellik ve dürüstlüğü aradığı bir yolda yenik düşerek kendisi şeytana teslim edişini anlatır.
Kör Baykuş, My Art Tiyatronun Ankara turnesinde Cermodern sahnede izleme şansı bulduğum bir oyun. My Art Tiyatro 2015 yılında Bursa' da kurulmuş bağımsız bir tiyatro topluluğu. Daha önce Eskişehir Büyükşehir Belediyesinin sahnelediği 'Aslan Asker Svayk'ı yine Ankara turnesinde izlemiş ve Sermet Yeşil oyunculuğuna hayran kalmıştım. Benim için bu seçimin referansı Sermet Yeşil ve Işıl Kasapoğlu oldu.
Hayatta öyle yaralar var ki, ruhu inzivadayken cüzam gibi yer, kemirir. Bu acıları kimseye belli etmek de olmaz zira inanılmaz acıların nadir görülen olaylardan sayılacağı kanısı yaygındır. Birisi çıkıp da bunları söyleyecek, yazacak olsa, insanlar yaygın inançlara, kendi akidelerine göre kuşkucu, alaycı tebessümlerle karşılar. İnsanlık bir çaresini, ilacını bulamadı zira. Bir tek ilaç var: Şarapla, afyonla, uyuşturucu maddelerle yapay uykuya dalmak. Ancak böyle ilaçların etkisi geçici ne yazık ki! Teskin edecek yerde bir süre sonra acının şiddetini artırıyor.
Çok güçlü ve çok etkileyici bir metin ile karşılaştığımı söylemeliyim. Metnin yüzeyinde mesleği kalem kutusuna resim yapmak olan ve hep aynı mizanseni resmeden (Hep bir selvi ağacı çiziyordum. Ağacın altında kamburunu çıkarmış bir ihtiyar; Hindistan esrarkeşleri gibi abasına sarınmış, bağdaş kurmuş, oturmuş oluyordu. Başına şalını sarmış, hayret ifadesini göstermek için işaret parmağını dudaklarına götürmüş oluyordu. Karşısında da uzun, siyah giysili bir kız eğilmiş, ona nilüfer çiçeği sunuyordu. Aralarında bir arklık mesafe vardı) kahramanın günün birinde, odasının penceresinden çizdiği manzarayı görüp, oradaki kadına tutkuyla aşık olması ve başka bir şey düşünememesinin yarattığı buhranları görüyoruz. Kendini toplumdan soyutlayarak afyon ve şarap ile unutmaya çalıştığı bu aşkın ve gördüklerinin hayal mi gerçek mi olduğu noktasında tereddütleri varken, metnin alt katmanları daha genel çıkarımlar yapılabileceğini düşündürüyor seyirciye. Hep güzeli arayan insanoğlunun yanılsaması, eserin adındaki 'körlük' ifadesini çağrıştırıyor örneğin. Hayattaki herkes için tek gerçeğin ölüm olduğunu ise pek çok kez hatırlatıyor. Romanın yazıldığı dönem ve yayımlandığı coğrafya düşünüldüğünde yapılan varoluş ve tanrı sorgulamasının oldukça cesur olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Zaten İran' da yıllar boyunca eleştirilip, kabul görmeyen Sâdık Hidâyet, 9 Nisan 1951’de Paris’te havagazını açık bırakarak intihar etmiş.
Tek korkum, henüz kendimi tanımamışken, yarın ölüvermek! Çünkü hayat tecrübelerimden şunu anladım ben: Meğer benimle başkaları arasında ne korkunç bir uçurum varmış! Anladım ki, mümkün oldukça susmalıyım, mümkün oldukça düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Şimdi yazmaya karar verdimse, bunun tek sebebi kendimi gölgeme tanıtmak. Duvarda eğik bir gölge, yazdıklarımı olanca iştahıyla yutuyor sanki! Bu yüzden bir deneme yapacağım; bakalım birbirimizi daha iyi tanıyabilecek miyiz? Elâlemle bütün bağlantılarımı kopardığımdan beri, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.
Romanın tiyatro uyarlamasının ise hayal gücümü zorlayacak kadar yaratıcı ve bir o derecede de başarılı olduğunu düşünüyorum. Işık ve gölge ile yaratılan sahneler, kuklalar ile yapılan anlatımlar metinle çok uyumlu unsurlardı. Rejide farkını ortaya koyan Işıl Kasapoğlu' nu tebrik ediyorum:)

Temsilde, şekil olarak kanuna benzeyen ve küçük bagetlerle çalınan ancak hem telli hem vurmalı olduğu için zil sesi gibi titreşimlerle harika mistik ezgiler çıkaran enstrümanın ne olduğunu ise ancak araştırarak anlayabildim. Ve ''santur'' isimli enstrüman ile karşılaştım:) İran ve Hindistan kökenli bir çalgı olan santur hakkında söylenegelen bir efsaneye göre, İran'da "kadın sesine benzediği" gerekçesiyle Şah tarafından 500 yıl boyunca yasaklanan çalgının kesintisiz kullanımı, 1800 yıl önce İran çıkışlı olsa da, 3500 yıl öncesi Mezopotamya'ya dayanmaktaymış.
Şu yoksulluk, miskinlik dolu dünyada ilk defa sandım ki hayatımda bir güneş ışığı parladı. Ama heyhat! Güneş ışığı değildi bu; belki sadece gelip geçici bir ışık; kadın ya da melek şeklinde görünüp kayan bir yıldız. O bir anlık aydınlıkta, bir saniye zarfında hayatımın bütün bedbahtlıklarını gördüm; bunların görkemini fark ettim. Sonra bu ışık, kaybolması gereken karanlık girdabında kör baykuş 15 yine kayboldu. Hayır, bu gelip geçici ışığı kendime saklayamadım. Üç ay mıydı; hayır, iki ay dört gün oldu onun izini kaybedeli. Ama büyüleyici gözlerinin hayali, o gözlerin cazibeli kıvılcımı hep kaldı hayatımda. Hayatıma bu kadar bağlı olan bir şeyi nasıl unutabilirim ki?
Ve son olarak Sermet Yeşil performansı inanılmaz keyifliydi. Mimikleri, vücut dili, ses kullanımı çok akılda kalıcı ve etkileyiciydi ve kuklaları canlandırmadaki başarısı hayranlık uyandırıyordu. Sevmek, çalışmak, yetenek ve sanatın bir dışa vurumuydu adeta :)

Eğer imkan yaratabilirseniz kaçırılmaması gereken unutulmayacak bir iş olduğunu düşünüyorum Kör Baykuş' un My Art yorumunun. 
İyi ki tiyatro var :)

Windsor' un Şen Kadınları

$
0
0
WINDSOR'UN ŞEN KADINLARI | ANTALYA DT
2 perde | 2 saat 10 dakika
Yazan : WİLLİAM SHAKESPEARE | Çeviren : HALDUN DERİN | Yöneten : NESİMİ KAYGUSUZ

KONU:Sir John Falstaff, önde gelen iki Windsor vatandaşının eşleri olan Bayan Page ve Bayan Ford'u baştan çıkarmak ve kocalarının servetine konmak için Bayan Page ve Bayan Ford’a aşk mektupları yazar. Kadınlar mektupları okuduklarında, bu ölçüsüz ve haddini aşan duruma çok sinirlenip, kocalarından habersiz Falstaff’a bir ders vermek isterler… Bayan Ford ve Bayan Page, Falstaff’ı her seferinde alaşağı ederek hak ettiği cezayı verirler. Mizah, ritim, oyun içinde oyun olması sebebiyle, Windsor'un Şen Kadınları oyunu, modern sitcomun öncüsü olarak adlandırılmıştır… 
OYUNCULAR:SELİM BAYRAKTAR-SEDAT MAYADAĞ-MURAT BÖLÜK-OKTAY GÖZPINAR-ÖMER ALPER İZCİ-REMZİ KÜRŞAD SÜREN-SİDARBARAN-ŞÜKRÜ GÜREL-İSMAİL SABRİ MEMİŞ-OKAN KAĞNICI-OKAN GÜLER
Windsor'un Şen Kadınları, İngiliz oyun yazarı William Shakespeare tarafından yazılmış komedi türünde beş perdelik bir tiyatro oyunudur. Bu oyun ilk defa 1602'de basılmıştır ancak yazılışının 1597'den önce olduğu zannedilmektedir. Baş kahraman, Shakespeare'in IV. Henry oyunlarında bulunan, "şişman şövalye" Sir John Falstaff'tır.
Zaman bulamadığım için her zaman yaptığımın aksine bu kez hiçbir yorum ve ön okuma yapmadan Stüdyo Sahne' de oynanan bu eğlenceli turne oyununu izleme şansı buldum. Oyunun adının şen kadınlar olması ancak oyunun on bir erkek oyuncu ile sahnelenmesi hoş bir detaydı :) Shakespeare' in bilinen klasikleri dışındaki eserleri konusunda çok fazla fikrim olmadığını itiraf etmeliyim. Bu sezon izlediğim Kış Masalı da diğerlerinin yanına koyamayacağım oldukça farklı bir Shakespeare eseriydi.
İzleyiciler koltuklara yerleşirlerken on bir oyuncu sahnenin ortasında yere uzanmış uyku ve rüya sayıklamaları arasında, gülümseyerek mırıl mırıl mırıldanıyordu :) Zaten ilk sahne oldukça hareketli, danslı bir müzikal havasında yüksek bir enerji ile başladı. Bu enerji oyun boyunca da devam etti.
Metnin teması oldukça basit ve anlaşılır olmasına rağmen karakterlerin fazlalığı  ve bazı oyuncuların iki farklı karakteri canlandırmaları ilk etapta zorluk yaşatıyor izleyiciye ancak sahneler ilerledikçe bu karışıklık ortadan kalkıyor. Metindeki eril ifadelerin fazlalığı biraz rahatsız edici olsa da 16.yy da yazılan bir eser olduğu göz önüne alındığında bunun çok şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum.
Konu ana arterde, Sir John Falstaff'ın iki evli kadın olan Bayan Page ve Bayan Ford' a aşk mektubu yazması ve bunun kadınlar tarafından fark edilerek, Falstaff' tan intikam alma planlarını anlatırken bir taraftan Bayan Page' in kızı Anne Page' in anne ve babasının farklı adaylarla izdivaç planlarının arasında sevdiği adamla evlenebilmesini de işliyor. Kraliçe Elizabeth döneminde yazılan metnin biraz derinlerine inildiğinde ise komedi türünde yazılmış bir oyun olmasına rağmen aşk, ihtiras, kıskançlık, intikam, para hırsı, sınıfsal mücadele gibi farklı kavramlara da değinildiğini görebiliyoruz.
Oyunda kostümler, ışık ve dekor başarılıydı. Müzik harikaydı. Sir John Falstaff'ı canlandıran Selim Bayraktar daha önce Muhteşem Yüzyıl' da Sümbül Ağa karakterini oynamıştı. Burada da performansı oldukça iyiydi, seslendirdiği şarkılardan sesinin de oldukça güzel olduğunu öğrenmiş olduk:) Oyuncuların şarkılara oturdukları taburelere vurarak ritimle eşlik etmelerini de çok sevdiğimi söylemeliyim.
Bay Ford' u canlandıran Oktay Gözpınar, Bayan Quickly' yi oynayan Ömer Alper İzci, Dr.Cains' i oynayan Remzi Kürşad Süren beğendiğim oyuncular oldu.  Oyuncuların uyumu ve yarattıkları sinerji de çok güzeldi.

Temsil esnasında oyuncuların ara sıra birbirlerine isimleriyle hitap etmeleri, 'abi burayı hep şaşırıyorsun bak' gibi esprilerle kendi aralarında konuşmaları, Ankara ciddiyetine Akdeniz rahatlığını taşımak anlamında bence güzeldi ancak bu reji yorumundan hoşlanmayan izleyiciler olabileceğini de düşündürdü.

Bu eğlenceli, hareketli, bol müzikli, danslı oyun için Antalya' ya teşekkür ediyoruz. 

Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası

$
0
0
BİR YAZ DÖNÜMÜ GECESİ RÜYASI | SİVAS DT
2 perde | 1 saat 50 dakika
Yazan : W. SHAKESPEARE | Çeviren : NURETTİN SEVİN | Yöneten : VOLKAN ATEŞ GÜNDÜZ
KONU: Kızı Hermia'yı Demetrius ile evlendirmek isteyen Egeus, kızının başkasına olan aşkını öğrenince Atina Dükü Theseus'a gider. O sırada sarayda Theseus ve Hippolyta'nın düğün hazırlığı vardır. Atina yasalarına göre evlenmelerinin mümkün olmadığını öğrenen aşıklar çareyi kaçmakta bulurlar. Demetrius'a aşık olan Helena'nın bu haberi Demetrius'a vermesi ile o da ormana peşlerinden gider. Ormanda onları gören periler de hikayeye dahil olunca olaylar birbirine karışmaya başlar.

OYUNCULAR:   THESEUS-PUCK-GARSON:SERKAN YANAR   -   HERMİA:KARDELEN F.GÖKTAŞ   -   LYSANDRUS:SAMET SÜNBÜL   -   HELENA:HÜLYA KELİ   -   DEMETRİUS:İSMAİL TÜTÜNCÜ   -   OBERON-FRANCIS FLUTE:TURGUT YALÇIN   -   TİTANİA-YARIŞMACI:CANAN KOYUNCU   -   NİCK BOTTOM:M.İNANÇ KETECİ   -   PETER QUİNCE   -   BODYGUARD:BURAK FINDIKCI   -   EGEUS-SNOG:EMİN TAŞCIOĞLU   -   HİPPOLYTA   -   PERİ:DEMET VURANOĞLU   -   PHİLOSTRATUS-PERİ:NİLHAN ÖĞÜTÇEN   -   PERİ-YARIŞMACI:ÖZGE TEPE   -   TOM SNOUT:MESUT ELBAY   -   PERİ- YARIŞMACI:NİHAL KURUÇAY   -   PERİ- YARIŞMACI:GİZEM YILMAZ   -   PERİ- YARIŞMACI:GÜLEN YAĞMUR AYTÜL   -   PERİ- YARIŞMACI:ZUHAL TOPTAŞ   -   PERİ- YARIŞMACI:YEŞİM ÖZKINACI

Haftanın üçüncü turne oyunu Sivas Devlet Tiyatrolarından... Bu sezon izlediğim ikinci Sivas DT oyunu olduğunu da belirtmeliyim, ilki Lena, Leyla ve Diğerleri idi. Bu vesile ile Filiz Demiralp' i de anmış olalım:)
Daha önce onlarca kez farklı topluluklar tarafından sahnelenmiş Shakespeare' in Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası' nın Sivas DT ve Volkan Ateş Gündüz yorumunu izledim İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesinde.
Shakespeare' in klasik, devrik cümlelerle dolu,  lirik şiirsel anlatımını çok seviyorum.  
Hermia ve Lysander birbirlerini sevmektedirler. Fakat Hermia'nın babası Egeus, kızının Lysander ile evlenmesini uygun bulmamaktadır. Hermia'nın en yakın arkadaşı Helena da Demetrius'a vurgundur. Fakat Demetrius'un Hermia'ya olan aşkı, ortalığı karıştırmaktadır. Egeus'un da baskılarıyla Hermia, Demetriusla evlenmek zorunda kalır. Atina dükü Thesus da bu olayı yaslara göre uygun bulmuştur. Bunun üzerine Lysander ve Hermia, Atina'nın sınırları dışına çıkıp evlenmeye karar verirler. Bu kararlarını en yakın arkadaşları Helena'ya anlatırlar. Demetrius'un gözüne girmeye çalışan Helena da olacakları ona söyler. Lysander ve Hermia'nın peşinden Demetrius, onun peşinden de Helena ormanın yolunu tutar. Bu sırada periler kralı ve kraliçesi tartışmaktadır. Tartışma sebepleri ise bir çocuktur. İkisi de bu çocuğu sahiplenmek istemektedir. Periler kralı Oberon, büyülü çiçeği Titana'nın gözüne sürer. Böylelikle Titana uyandığında ilk gördüğü kişiye aşık olacaktır. Aynı çiçeği, Helena’ya eziyet eden Demetrius'un da gözüne sürmek ister. Bu iş için yardımcısı Puck'ı görevlendirir. Fakat Puck, çiçeği Demetrius'a değil de Lysander'e sürer. Böylelikle ortalık iyice karışır. Lysander Helena'ya tutulur. Durumu düzeltmek için Demetrius’un da gözüne çiçek sürülür ve o da Helena'yı sevmeye başlar. Bu olaylar gerçekleşirken, Thesus ve Hippolyta'nın düğün hazırlıkları devam etmektedir. Bir kaç esnaf, hazırladıkları tiyatro eserini prova ederken Puck gelir ve Bottom'un kafasını bir eşek kafası ile değiştirir. Bottom'un arkadaşları kaçışır ve gürültüden Titana uyanır. İlk gördüğü şey, eşek kafalı Bottom olur ve ona tutulur. Titana Bottom ile ilgilenirken, Oberon da çocuğu alır ve Titana'yı eski haline çevirir. Dört aşığı bulundukları durumdan kurtarmak için ise Titana’dan yardım ister. Titana tüm ormanın derin bir uykuya dalmasını sağlar. Böylelikle yaşanan her şey bir “rüya” olarak kalacaktır. Aşıklar uyandıklarında Atina’ya geri dönerler. Theseus ve Hippolyta ile birlikte iki çift de evlenir. Hep birlikte esnafların hazırladığı tiyatroyu izlerler.
Shakespeare' in komedya türünde yazılmış 5 perdelik oyununun bu yorumunu ben çok beğendim. Sahnenin sağına yerleştirilmiş orkestra, salon açılışından itibaren oyun başlayana dek güncel ezgilerle izleyiciyi selamlıyor. Zaten ilk sahne, evlenmesine dört gün kala, Atina Dükü Theseus'un sarayında bir balo ile başlıyor. Orkestra, bol müzikli ve danslı oyun boyunca çok başarılı bir şekilde sahnelere eşlik ediyor.  

Prömiyerini 15 Ocak' ta Ankara' da yapan oyunun dördüncü sahnelenişini izlemiş olmama rağmen rollerin oyuncular üzerinde oldukça iyi durduğunu söylemeliyim. Özellikle Oberon ve Flute' yi canlandıran Turgut Yalçın, Theseus ve Puck'ı canlandıran Serkan Yanar, Nick Bottom' u oynayan M.İnanç Keteci, Egeus ve Snog' u oynayan Emin Taşçıoğlu ve Helena' yı oynayan Hülya Keli performanslarını oldukça başarılı buldum.  
Metnin aslını okuduğumda klasik olmasa da yakın bir yorum olduğunu; rejinin ise farkını danslarda, ışıklı kostümlerde, sahneye paten ile gelen Puck' da, repliklerde ara konuşmalarda (Eşek kafalı Bottom' un perilere 'öğrenci miyiz, hangi bölüm? demesi), müziklerde (Bohemian Rhapsody) ortaya koyduğunu ve oyunu bu şekilde modernize ettiğini düşünüyorum. 

Oyuncuların genel yaş ortalaması genç, kendileri enerjik ve heveslilerdi. Bu da izleyicide oldukça hoş bir tat bıraktı. Oyun baştan sona temposu hiç düşmeyen, tebessümle izlenebilecek bir sahne gösterisi lezzetindeydi. Dekor olarak arkadaki kocaman gümüş ay, olağanüstüydü. İki saat ve iki perde  süren izlemesi çok keyifli bu oyun için Sivas Devlet Tiyatroları ekibine alkışlarımı sunarken bazı tiratları da eklemek istiyorum :)
LYSANDER
Evet gel buluşalım bu gece. Çok sevgili ay tanrıça sulardan yüzüne bakarken, otlakların kulaklarına gümüş küpelerini takarken.
HELENA
Ne kadar da mutlular... Benim de onun kadar güzel olduğumu bütün Atina biliyor. Ama neye yarar, Demetrius onu beğeniyor. Herkes gibi düşünmüyor. O Hermia'nın gözlerine hayran olurken ne kadar hatalıysa ben de onun her şeyine hayran olurken o kadar hatalıyım. Aşk bütün kötü özellikleri, çirkinlikleri, rezillikleri biçimlendiriyor, erdeme çeviriyor. Boşuna dememişler aşkın gözü kördür diye! Bir aşık, olup biteni değil, görmek istediğini görür... Aşığın kanatları vardır ama gözleri kördür... Yoluna çıkanlara aldırış etmeden aceleyle kafasına estiği yere kanat açar... İşte bu yüzden aşkı çocuğa benzetirler. Aşkın tercihleri de çoğu zaman çocuklarınki gibi doğru değildir, yemin etmek de bozmak da çocuk oyuncağıdır, onun için de habire yemin edip dururlar...
PERİ
Bak eğer ben senin şekline bakıp da yanılmıyorsam, sen şu sahtekar, düzenbaz, açıkgöz peri Robin Goodfellow'sun... Şu köylü kızların yüreğini ağzına getiren sen değil misin? Hani sütün kaymağını, biranın köpüğünü çalıp götüren, yayıkları başında kadınları çılgına çeviren başı boş serseri sensin... Ama biri sana "Aman ne şirin şey, pek de şakacı" demeye kalktı mı, ona da bol şans getirip bütün işlerinin rast gitmesini sağlarsın... O sensin değil mi?
PUCK
İyi bildin. Ben gecelerin adamıyım. Oberon'un bir gülümsemesi için yapmayacağım yoktur. Fasulyeleri lüpletmiş bir aygır görsem dayanamam, fingirdek bir kısrak olur alırım aklını başından. Kimi zaman da kızarmış bir yengeç kılığında dedikoducu bir cadalozun kasesine gizlenirim. Cadaloz kaseyi ağzına götürdü mü zıplarım dudaklarına. Sonrası çığlık kıyamet... Kimi zaman üç ayaklı bir tabure olurum ve berbat hikayenin en heyecanlı yerinde altından çekiliveririm. Kıçüstü oturdu mu başlar ağlamaya zırlamaya. Çanak kırıldı ya etraftakiler patlatır kahkahayı. Ve gülüp eğlenirler o güne kadar gülüp eğlenmedikleri kadar... Ama bak, Oberon geliyor.
HELENA
Sen bunları söyledikçe ben seni daha çok seviyorum. Ben senin sadık köpeğinim. Beni ne kadar çok pataklarsan ben sana o kadar yaltaklanırım... Beni köpeğin farzet, isteklerimi reddet, vur, ihmal et, aç bırak ama sana layık değilsem de bırak yanında olayım.
DEMETRIUS
Sabrımın ve nefretimin sınırlarını zorluyorsun! Seni görmek beni hasta ediyor!
HELENA
Beni de seni görmemek hasta ediyor!
Hayat bir tiyatro, hayattan bir rol seç kendine :) Tiyatrolu günler...

Zümrüdüanka

$
0
0
ZÜMRÜDÜANKA | ANTALYA DT
2 perde | 1 saat 50 dakika
Yazan : ELİF SOLAK | | Yöneten : EZGİ YENTÜRK
KONU: Miladi takvimler 1843'ü, göç eden kuşların pusulası ise Kaf Dağı'nı göstermektedir. Hereke'de kurulan Çuha Fabrikası'nda yıllar sonra umulmadık bir yangın çıkar. Saten ve Camaron'un aşkının alevi ise daha önceden kalpleri tutuşturmaya başlamıştı…
Masalların gerçek, gerçeklerin masal olduğu, göçmen kuşların kanatlarını yedi dipsiz vadiye doğru açtığı, Zümrüdüanka'yı ararken kendilerini bulduğu bir handır bu dünya. Ve dünya dönerken, küllerinden doğmayı becerebilenler Kaf Dağı'na ulaşır.
OYUNCULAR:
YAŞLI SATEN : SENEM ŞAHİN
1. ANLATICI / OHANNES / HAYALİ / İŞÇİ : DURMUŞ BENLİ
2. ANLATICI / BOĞOS / İŞÇİ : REMZİ KÜRŞAD SÜREN
GENÇ SATEN : TÜMAY REVŞAN GENÇ- ZEHRA ECE ARAL
CAMARON / İŞÇİ : MERT CAN SEVİMLİ
HANCI / İŞÇİ : SİDAR BARAN
SERASKER RIZA PAŞA / İŞÇİ : NİYAZİ MERT KURT
HACI AKİF / İŞÇİ : OKAN KAĞNICI
DEĞİRMENCİ / İŞÇİ : ŞÜKRÜ GÜREL
YARDAK / 1. İŞÇİ : ÖMER ALPER İZCİ
SULTAN ABDÜLMECİT : İSMAİL SABRİ MEMİŞ
2. İŞÇİ : GÖKHAN HIZARCIOĞLU
DANS / İŞÇİ / KÖYLÜ : SELGE EZGİ ZINDAN
İŞÇİLER / KÖYLÜLER : ÖZLEM ŞENDİNÇ- ESRA ŞEN- BAŞAK İŞÜR- EBRU TANRIVER- EMEL ELEVLİ- AYSEL GÜCÜM
Bu sezon Ankara' ya turneye gelmiş olan ancak izleme şansı bulamadığım Zümrüdüanka' yı, hazır Antalya' ya gitmişken görmek istedim. İlk kez farklı bir şehirde bir temsil izleme şansı ve farklı bir şehrin tiyatro izleyici kitlesi ile tanışma fırsatını da yakalamış oldum. Haşim İşcan Kültür Merkezi Devlet Tiyatroları Sahnesinde izlediğim bu oyun benim için bu anlamda özel bir oyun oldu.
Temsilin çift perde yöntemi ve ön perdeye yansıttığı dijital görüntüler ile sahneye derinlik katma tekniğini ilk kez burada görüp oldukça beğendiğimi söyleyerek başlamak istiyorum. İlk sahne dijital görüntülü bir yangın sahnesi ve modern dans yapan kız eşliğinde bir anlatıcının izleyiciye Simurg efsanesini baştan sona anlatmasını içeriyor. Bu hem Çuha Fabrikası yangınını hem de Zümrüdüanka' nın küllerinden doğuşunu temsil ediyor olsa da efsaneyi bilenler için fazlaca detaylı ve uzatılmış bir giriş olmuş.
Metinde tarihi bir olaydan yola çıkılmış. Osmanlı' nın Abdülmecid döneminde Hereke' de bir ipek fabrikasının kuruluşu sırasında Ohannes ve Boğos isimli iki kardeşin Serasker Rıza Paşa' nın da desteği ile padişahtan habersiz bir çuha fabrikası açmaya çalışmalarını konu alıyor. Olayların merkezinde herkesin konakladığı bir han var ve paralel akan olayda hancının karısı Saten ile İtalyan ressam Cameron' un aşkları işleniyor. 
Oyunda izleyiciyi rahatsız eden, tam olarak neye hizmet ettiği belli olmayan bir takım kahramanlar ve olaylar vardı. Örneğin değirmenci rolü, Hacivat Karagöz oynatıcıları, bir resim yarışması, fabrika müdürü ve fabrikanın kuruluş sahnesi bunlar bir bütün içerisinde oyunun tam olarak neresinde olması gerektiği anlaşılamayan unsurlardı. Olay örgüsü ve kurgu biraz karmaşıktı ve bu karmaşayı çözmek için Ohannes (Durmuş Benli) ve Boğos (Remzi Kürşad Süren) oyun kurgusunu tamamlamaya çalışan iki anlatıcı rolündeydi. 

Oyunu tür olarak bir yere koymam istense, müzikal, komedi, epik, dram, gölge oyunu, orta oyunu, aşk hepsinden birer tutam sunulmaya çalışılmış ancak bu biraz kargaşaya sebep olmuş gibiydi.
Oyunculuklara gelirsek; Antalya Devlet Tiyatro' sunun Windsor' un Şen Kadınları oyununda başarılı bulduğum Remzi Kürşad Süren ve Hacivat-Karagöz ustasının çırağı rolü ile Ömer Alper İzci' yi burada da çok beğendim. Bu isimlere ekleyebileceğim ise Ohannes ve 1.Anlatıcı rolü ile Durmuş Benli oldu.
''Tiyatrosuz kalmayalım'' diyerek Antalya Devlet Tiyatrolarına teşekkürlerimi sunuyorum :)

Not:+12 olarak gösterime çıkarılan bu oyunun +12 olması için bir neden göremediğimi de eklemek istiyorum.

Antalya

$
0
0
Bir kenti bırakıp, yeni bir şehre varabilmeyi düşleyerek geçirdiğin zamanlarda, ne taşıyabilirsin yanında valizindekilerden başka?
Gözlerindeki ışıltıyı, kurduğun cümleleri, çocukça tavırlarını, ruhunun berraklığını ve umudumu bırakamamışım ki geride. Bir baktım hepsi benimle, içimde, yüreğimde...
Bir yolda ilerlemek, yavaş yavaş iklimin değişmesini, bitki örtüsünün farklılaşmasını gözlemlemek; insanı dünyanın değil de senin döndüğüne inandırıyor. Bu zamanın akıp senin olduğun yerde kaldığını düşünmenin tam tersi. Hani yıllar geçer, gözlerindeki ışığın parlaklığı azalır ama ruhun şarkı söylemeye devam eder ya işte öyle. Dünya ile birlikte dönmeyi, zamana karışıp akmayı becerebilecek miyiz?
Bilmediğim bu şehrin sokaklarında dolaşırken, kendimi tanımadığım bir insanın ruhunun derinliklerinde hissettim. Bir kentte kendini güvende hissedebiliyorsan, o şehir senin olmuştur bence. Peki bir insanı tam olarak tanıyabilmek mümkün mü? Bir insanın kalbinin dehlizlerine inebilmek, kendisinin bile farkında olmadığı çıkmaz sokaklarından geri dönmek, bir insanda dolaşırken kaybolmayı göze almak gerekir belki bunun için. Hiç kimseyi kentin bir bulvarında karşıdan karşıya geçerken tanıyamayız, bir kenti de öyle...
Antalya’ dan bana ne getirdin? Meraklı kocaman açılmış ela gözleriyle bakıyordu.
“Sana portakal çiçeklerinin kokusunu, Akdeniz melteminin ipeksi serinliğini, başını kaldırıp sonsuz maviliğe baktığında duyduğun martı çığlıklarını getirdim.” dedim.
“Nereye sığdıracağım ben bu kadar şeyi?” Bu kez şaşırma sırası bana gelmişti ama çabuk toparlandım:
“Bir kısmını kalbinin derinliklerine, birazını dalgalı saçlarının arasına saklayabilirsin ve kalanını da kirpiklerinin üzerine koy ki, gözlerini açıp kapattıkça hep beni anımsa...”
“Anlaştık.” dedi gülümseyerek...
Bir yolun sonundan ne bekler insan?
Tanıdık bir tebessüm, samimi bir sarılış, içten bir merhaba mı?
Eğer vardığın yer, kendi evin kadar rahat hissettiriyorsa, kapını kapatıp kendinle kalabiliyorsan mesela ya da kafana esip duşa girebiliyorsan, buzdolabını rahatlıkla açabiliyorsan örneğin ve yürüyüşe çıktığında anahtarı buluyorsan cebinde; misafirliği evinde değil kalbinde yaşayabiliyorsan orada; bu yolda yürümeye devam etmelisin...
Bir taş daha attı denize, saçlarının arasından güneşin parlak sarılığını görebiliyordum.
-Denizi seyretmek, dedi bende çaresizlik hissi uyandırıyor, yaşlanmayı, ölümü ve doğanın gücü karşısındaki çaresizliğimizi hatırlatıyor.
O sırada bir bulutun gölgesi düştü sanki kirpiklerinin üzerine.
-Hayır, dedim. En derin çelişkilerimi, en kötü kararlarımı, en büyük hatalarımı hep denize anlattım ben. Sen de ruhunun derinlerindekileri anlatmayı denemelisin ona, kimseye anlatamadıklarını. Sessizce dinler seni, dinlerken dinlendirir, dinlendikçe durulur içindeki sarsıntılar, sakinleşirsin...
Başını çevirip bana baktı. Gözlerinin aynasından gökyüzünün sonsuzluğunda, özgürce kanat çırpan bir martının uçuşunu gördüm sanki...
-Bu mevsimde hep bu kadar çok mu yağar?, pencereden dışarı çıkarmış, yağan sağanak yağmurda ellerini yıkıyordu.
Yüksek palmiyelerin bir şeyler anlatmak istercesine canhıraş çırpınışları, ara sıra gri gökyüzünde beliren şimşekler, rüzgarın uğultusu ve denizin yükselmiş, kızgın dev dalgaları onu biraz ürkütmüş gibiydi. 
-Dışarıda değil, içinde kopan fırtınalara odaklanmalısın, dedim. Biliyorsun ne zaman bir barınak istersen sığınacak, ben buradayım. Sesim rüzgarın sesinde kayboldu.
-Pencereyi kapatıp bana baktı, gözlerinde şimşeklerin kızıllığı vardı. “Hiç anlamayacaksın değil mi? Yağan yağmurla ıslanmak istiyorum. Rüzgar dallarımı kırsın, incineyim ne çıkar? Yaşadığımı duyumsarım en azından, beni yaşamam gereken acılardan korumaya çalışma artık...
-Duyuluyor mu acaba?, diye sordu merakla.
-Onu görünce hızlanan kalbimin sesi, dışarıdan duyuluyor mu?
Şehirler arası otobüslerde hiç tanımadığın ve bir daha göremeyeceğin insanlara sırlarını anlatmak daha kolay olurmuş, diye okuduğunu anımsadı bir yerlerde.
-Bazen benimle konuştuğunda sanki kızarıyormuşum gibime geliyor ve nefesim hızlanıyor biraz. Bunları engellemem gerekir, anlayacak diye ödüm kopuyor.
Öyle masum ve içtendi ki. Tüm sorularının cevabı ve tüm sorunlarının çözümünün bende olduğuna inanmıştı, psikoloji okuyorum, dediğimde.
- Bak, dedim. Unutma! Kendimi en büyük hayat dersini verecek kadar bilgili hissetmiştim.
-Eğer istemiyorsan kimse duyamaz kalbinin sesini. Ve asıl mühim olan sen bilinsin istediğinde ve anlatmaya çalıştığında duyulabilmesidir yüreğinin söylediklerinin...
Rahatlamış bir ifadeyle baktı yüzüme, ikna olmuş gibiydi...
-Gidiyor musun?, dedi. Göz pınarlarında tomurcuklanan damlaları saklamaya çalışmadan.
-Buradan ayrılıyor olmam, gittiğim anlamına gelmiyor, biliyorsun değil mi?, dedim.
Eğilip ellerini tuttum ve dinozorlu anahtarlığı avucuna bıraktım. 
-Unutmamışsın, dedi. 
Gözleri tekrar ışığına kavuşmuş gibiydi.
-Hiç unutmayacağım. Ne seni ne seninle ilgili hiçbir şeyi, hele ki istediklerini. Hep konuşacağız, bu bir hafta çabuk geçecek inan bana.
Bir şeyi bitirip, yeni bir şeye başlamak gibi değil çıktığın yolculuklar. Geride bıraktıklarını aslında bırakamadığını ve yanında taşıdığını hissettiğinde, kendinden kaçamayacağını anlıyor insan.
Ve bir yolculuktan dönerken, yaşadığın ancak sana ait olmayan, çalınmış bir zaman diliminden çıktığını düşünüyorsun. Ait olduğun şehre girerken ise, seninle birlikte her yere taşıdıklarına yaklaşıyorsun ve belki en çok da kendine...

Not: Bir hafta Antalya' daydık. Ve bunlar da gezi notlarımız:) 
Metinler arasında kurgusal bütünlük bulunmayıp, tamamı farklı zamanlarda farklı durum ve manzaraların çağrıştırdığı kurgusal notlar olup, gerçek yaşantımla ilgisi bulunmamaktadır.

Troya -DOB

$
0
0
1. Perde 1. Sahne
Sparta, Kral Menelaos’un sarayı. 
Bu hikaye bundan yüzyıllar öncesinde yaşanmış bir savaşın ve destansı bir aşkın dramıdır. Her şey Spartada gerçekleşen Thetis ve Peleus’un düğününde başlar. Sparta kralı Menelaos’un himayelerinde, bütün Yunan Kralları ve Truva Prensleri, Paris ve Hektor davetlidir. Bu düğün, Tanrıların buyruğu altında, bir barış çağrısıdır adeta. Ancak, bu asil düğünde tüm tarihi değiştirecek bir yasak aşk başlayacaktır... Halk tüm asilzadeleri ve kralları Menelaosu selamlar. İçeri giren Menelaos, önce misafirleri kabul eder ve ardından müstakbel çiftin nikahını kıyar. Tüm halk neşe içerisindedir. Bu sırada Truva prensi Paris, Menelaosun karısı güzel Heleni farkeder. Genç prens, Sparta Kraliçesinin cazibesine kaptırır kendisini. Helen ise bu hislere karşılık vermektedir. 1. Sahne, eğlenceler devam ederken Paris ve Helenin bir köşede birbirlerine sarılmasıyla sona erer. 
2. Sahne
Aulis, Tanrıça Artemisin tapınağı. Paris Menelaos’un karısını kaçırmıştır. Durumu anlayan Menelaos kaçırılan eşi için ağabeyi, Miken kralı Agamemnon’dan yardım istemiştir. Agamemnon bütün yunan kralları ve kahramanlarını toplamıştır. Kahin Khalkas’a geleceği anlatması için başvurulacaktır...Agamemnon Troyayı hainlikle suçlar. Troyanın hesap vermesini istemektedir. Kahramanları Aşil, Ulis ve Ajax’a hazır olmalarını emreder. Amacı, bir an önce Troya’ya saldırmak ve bu ülkeyi işgal etmek ve kardeşinin intikamını almaktır. Ancak tapınaktaki halk Agamemnon’a hızlı düşünmemesini öğütler. Kendisinin kahin Kalkhas’ın sözlerini dinlemesini tavsiye ederler. Kalkhas Aulis tapınağının kahinidir ve geleceği görmesiyle tanınmıştır Agamemnon kahinden geleceği anlatmasını ister. Kakhas Tanrılara kulak verir. Çatışmaların çok uzun süreceğini ve çok kan akacağını söyler krala. Savaşın neticesinde ise hiçbir tarafın galip gelemeyeceğini söyler. Agamemnon ise ısrarlıdır. Kahin bunun üzerine kraldan kendi kanından Tanrıça Artemise bir kurban vermesi şartıyla, savaşta galip gelebileceğini anlatır. Kral Agamemnon bir an düşündükten sonra bunu kabul eder ve kızı prenses İfigeniya’yı tapınağa çağırtır. Ayinler eşliğinde genç prenses tapınağın altarına getirilir. 2. sahne İfigeniya’nın Artemise kurban verilmesiyle sona erer.  
3. Sahne
Troya sarayı. Güneş Troya’nın üzerinde parlamaktadır. Genç prensler evlerine dönmüşlerdir. Paris, Helen’i Troya’ya getirdiği için ziyadesiyle mutludur. Kral Priam, halk ve Troyalı asiller, Paris ve Hektor’u her zamanki gibi bağırlarına basarlar. Barış haberlerini beklemektedirler. Kral Priam oğullarını karşıladıktan sonra yanlarındaki güzel kadının kim olduğunu sorar. Paris onun güzel Helen olduğunu söyler. Troyalı asiller ve halk bir anda paniğe kapılır. Kral Priam’a genç Sparta kraliçesinin geri gönderilmesi gerektiğini söylerler. Bu durumun bir savaş başlatabileceği kesindir. Ancak Priam Parisin gözlerindeki aşkı görür ve bu aşka saygı duyar. Genç kadının bundan böyle Troya prensesi olduğunu ilan eder. Ardından halka ve asillere Troya surlarının asla geçilemeyeceğini belirtir. Bu eski surlar yüzyıllardır geçilememiştir ve yüzyıllarca daha dayanacaktır. Halk bu söylemden sonra rahatlar. Hava kararırken Paris ve Helen başbaşa kalırlar. Helen endişlidir. Kendisi yüzünden savaşın kapıya dayanacağını adeta hissetmektedir. Paris ise sevgilisini rahatlatır. Ona bu ülkenin surlarının asla geçilemeyeceğini söyler. Aşklarının Troyada yeşereceğini düşünen çifti bir an mutluluk sarmalar. 3. sahne bu aşk diyaloğu ile sona erer. 
4. Sahne
Troya surlarının dışarısı. kara bulutlar Troya üzerindedir. Agamemnon, kahramanları ile birlikte surlara dayanmıştır.Yunan ordusu savaş hazırlıkları içindedir. Ordu adeta bir güç gösterisiyle ilerlemektedir. Anlaşma için Priam, Troyalı Prensler ve asiller ordularını arkalarına alıp duvarların dışına çıkarlar. Kral Priam ve Kral Agamemnon ortada buluşurlar. İlk sözü alan Priam Agamemnon’a barış için geldiyse HOŞ GELDİĞİNİ ancak savaş için buradaysa arkasındaki surlara bakmasını söyler. Agamemnon ise Troya’nın Heleni çaldığını ve kendisinin hemen geri verilmesini arzu eder. Ayrıca Troyanın teslim olmasını, böylece canlarının bağışlanacağını söyler. Agamemnon adeta tüm ülkeyi elegeçirmek için bu topraklara gelmiştir. Priam ise ne Heleni vermeyi ne de teslim olmayı kabul etmez. İki kral anlaşamayınca Agamemnon sinirden kendisini kaybedercesine ordusuna taaruz emrini verir. Bir anda Yunan ordusu taaruz eder. Troya ordusu ise Kral Priamı güvene aldıktan sonra savunmaya geçer. Troya ordusuna Hektor önderlik etmektedir. Savaş başlar...Savaş devam ederken iki kahraman Hektor ve Aşil karşı karşıya gelirler. Tüm ordu tezahüratlar içinde bu düelloya tanıklık eder. Neticede Aşil galip gelir. Ancak Yunan ordusu güçlü Troya savunmasını geçemez. Troya halkı acı içerisinde kahraman prens Hektor ölümüne tanıklık eder. En şanlı kahramanını kaybeden Troyayı bir anda yas kaplamıştır.4 sahne ve 1. Perde sona erer bu trajik ölüm ile sona erer. 

2. Perde 5. Sahne
Troya kalesi içerisindeki meydan. Hektorun cansız bedeni yakılmak üzere ağıtlar eşliğinde meydana getirilir. Cenaze töreni başlar. İskeleye yerleştirilen prens yakılacaktır. Acılı baba, kral Priam oğluna son sözlerini söyler ve ölüler diyarına rahat geçebilmesi için gözlerine iki altın sikke koyar. Ardından, ateşe verilen Hektor’un bedeni halkın gözleri önünde yavaş yavaş yanmaya başlar. Priam, Troyalı asiller ve halk cenazeden sonra dağılırlar. Helen meydanda tek başına kalmıştır. Bu savaşın sebebinin kendisi olduğunu düşünen Helen pişmanlık içindedir. Bir an Troyadan kaçmak ister. Kendi hayatının sona ermesine razı olur. Ancak savaş kendisi teslim olursa belkide son bulacaktır. Helen kaçmaya yeltenirken, Paris onu fark eder ve önüne çıkıp kendisini durdurur. Paris sevgilisine Agamemnon’un asıl amacının Troyayı işgal etmek olduğunu anlatır. Helen geri dönse bile bu savaş bitmeyecektir. 5. sahne Paris’in Helen’i rahatlatmasıyla ve kalmaya ikna etmesiyle sona erer. 
6. Sahne
Troya surlarının dışı. Yunan ordusu kampı. 
Hektorun ölümü Troyayı güçsüz kılmıştır. Bu fırsattan istifade etmek isteyen Agamemnon yeni saldırı planları içindedir. Artık sabrı iyice taşmıştır. Kahramanlarını toplar ve kendilerine yeni talimatlarını söyler. Kral Agamemnon, umutlarını kaybetmiş Troyaya zafer için saldırmak ister. Aşil ve Yunan ordusu bir savaş gösterisine başlarlar. Hazırlıklar tüm hızıyla devam eder. Bunun üzerine yeniden toparlanan Yunan ordusu, tekrardan taaruza geçmek suretiyle ilerler. Tekrardan savaş başlamıştır. Kan gövdeyi götürürken Troya ordusu her zamanki gibi geçilemez bir savunma oluşturur. Yunanlar büyük bir bozguna uğrarlar. Kahramanlarından Ajax ise bazı askerler ile beraber Troya’ya esir düşer. Priam ve askerleri, gemilerine kaçan Yunan ordusunun peşine düşer. 6. sahne Priam’ın şanlı zaferini ilan etmesiyle sona erer.  
7. Sahne
Troya. Kral Priam’ın sarayının önündeki büyük meydan. Priam, Paris ve Helen halkın önüne çıkar ve büyük zaferlerini ilan eder. Priam cesur ve ve onurlu askerlerini övmektedir. Herkes coşku içindedir. Troyalı asillerin emriyle savaş esirleri meydana getirilir. Tüm halk esirleri linç etmek isterler fakat Priam barış yanlısı tavrıyla kendilerini bağışlar. Ajax ve diğer Yunan askerler serbest bırakılır ve özgürlüklerine kavuşurlar. Paris ise dışarıda gezen devriyelerden Yunanların devasa bir at bıraktığını söyler. Troyalı asiller bu atın hemen yakılmasını önerir. Priam ise atın bir zafer sembolü olduğunu düşünür. Ardından bu sembolün şehre getirilmesini emreder. Troya atı bir zafer nişanesi gibi coşkuyla içeri alınır. Halk atın etrafında dans eder, oyunlar oynar ve eğlenir. Gece geç saatlerede eğlence son bulur. Priam tek başına kalmıştır. Düşüncelere dalar. Ölen oğlu Hektoru, onurla savaşmış olan ordusunu, ve nihayetinde Troyanın sükunete erdiğini düşünür. 7. Sahne kralın refah ve huzur içerisinde dinlenmeye çekilmesiyle sona erer. 
8. Sahne
Troya büyük meydanı. Gece yarısı. Troyalı askerler ve halk gün boyu süren kutlamalardan yorgun düşmüştür. Tüm şehir uykuya daldıktan sonra, atın içerisinden Aşil, Ulis ve birkaç mirmidon asker dışarı çıkar. Sessizlik içerisinde nöbetçi Troyalı askerleri etkisiz hale getirirler. Şehrin geçilemez kapılarını saklanmış olan Yunan ordusuna açarlar. Bir anda şehrin içi savaş alanına döner. Daha neye uğradıklarını anlayamayan Troyalılar bir bir katledilirler. Artık çok geçtir. Troya alevler içerisinde yanmaktadır. Bu soykırım sırasında Paris bir anda Aşili farkeder. Hektorun intikamını almak uğruna bir ok atar. Aşilin bacağına isabet eden ok, kendisini savunmasız bırakmıştır. Ardından Paris son bir ok atarak aşili göğsünden vurur. Göğsündeki oku çıkartan Aşil daha fazla dayanamaz ve ölür. Düşen Aşilin bedenini gören askerler kendisine büyük bir saygı gösterir. Bu katliam sırasında Agamemnon Priamı görür ve kendisini acımasızca öldürür. Paris, Helen ve geriye kalan birkaç asil ise kaçış yolunu bulurlar. Büyük bir keder ve acı içerisinde Troyayı terk ederler. Paris, pişmandır ancak Troyanın köklü geleneği ilelebet yaşayacaktır. Troya’nın mirası tüm dünya’ya yayılır. Bu destansı savaşın hikayesi binlerce sene boyunca anlatılacaktır. Bu toprakların şanlı geçmişi, geleceğimize ışık her daim ışık tutacaktır... Opera destansı bir hava içerisinde sona erer.

BUJOR HOINIC ORKESTRA ŞEFİ - RECEP AYYILMAZ REJİSÖR
AHMET VOLKAN ERSOY KOREOGRAF - GIAMPAOLO VESSELLA KORO ŞEFİ
ÖZGÜR USTADEKOR TASARIM - ATIL KUTOĞLU BAŞKARAKTER KOSTÜM TASARIM
AYDAN ÇINAR KOSTÜM TASARIM - BÜLENT ARSLAN IŞIK TASARIM
ŞAFAK GÜÇ AGAMEMNON (MİKEN KRALI) - KAMİL KAPLAN AGAMEMNON (MİKEN KRALI)
ZAFER ERDAŞ PRİAM (TROYA KRALI) - TUĞBA DEKAK HELEN (SPARTA KRALİÇESİ)
SEDA AYAZLI ELEN (SPARTA KRALİÇESİ) - MURAT KARAHAN PARİS (TROYA PRENSİ)
CANER AKIN PARİS (TROYA PRENSİ) - ERDEM ERDOĞAN PARİS (TROYA PRENSİ)
ERTUĞRUL CENK KARAFERYA KALKHAS (YUNAN KAHİN) - KAAN BULDULAR KALKHAS (YUNAN KAHİN)
ZEYNEP HALVAŞİ TROYALI KADIN - EDA ERDAŞ TROYALI KADIN
MUSTAFA KURT HOMEROS (ANLATICI-OZAN ) - ŞÜKRÜ BOĞAÇHAN BOZCAADA AŞİL
İLHAN DURGUT AŞİL - VOLKAN ALTUNEL AŞİL
İBRAHİM EREN KELEŞ ULİS - DOLUN DOYRAN ULİS
BERKAY SARAÇOĞLU ULİS - BURAK KAYIHAN AJAX
KADİR OKURER AJAX - UMUT CAN ARZUMAN AJAX
ÇAĞIN HAZAR ÖZİDEŞ AJAX - AHMET DORUK DEMİRDİREK HEKTOR
KEREM ÜNAL İNANÇ HEKTOR - TAN SAĞTÜRK HEKTOR
SÜLÜN DUYULUR LAODİKE - ÖZGE ONAT LAODİKE
ÖZGE BAŞARAN LAODİKE - HAYRİYE MİNE İZGİ İFİGENİYA
ASLI ÇILEK İFİGENİYA - SULTAN MENTEŞE İFİGENİYA
BLEDA ÖZLEM THEEA - AYHAN ULUÇ AYTAN ANDRASTOS
BILAL KILIÇASLAN ANDRASTOS - MERT TÜRKOĞLU MENELAOS
ERTUĞRUL BOLAT MENELAOS - ÇAĞDAŞ YURDAKUL MENELAOS
EMİNE ÖMÜR UYANIK HEKUBA - GAMZE TOPER HEKUBA
AYŞEGÜL DENİZ ERTÜRK HEKUBA - REDYAVE İNCİ DOĞRU HOMEROS'UN İKİ YARDIMCISI
KARDELEN BÜYÜKAKGÜL HOMEROS'UN İKİ YARDIMCISI
NEŞE GÜNE HOMEROS'UN İKİ YARDIMCISI - SERAP ARMAĞAN HOMEROS'UN İKİ YARDIMCISI
UMUT YAŞAR YARDIMCI REJİSÖR - AYLİN ÖZUĞUR KORREPETİTÖRLER
ESRA POYRAZOĞLU ALPAN KORREPETİTÖRLER - YAMAN DİKENER KORO PİYANİSTLERİ
HANDE UÇAR KORO PİYANİSTLERİ - M.BORAN SAV RANREJİ ASİSTANI
DENİZ ALP KOREOGRAFİ ASİSTANI - ALİ HAKAN ODABAŞI REPETİTÖRLER
ELİF AKTAR REPETİTÖRLER - SEVİM BAŞOL REPETİTÖRLER
ALMULA ERSOY REPETİTÖRLER - ÖZGE A. BAHARDOGAN REPETİTÖRLER
ZEYNEP UTKU KONDÜVİT - ARİFE PELİN KÖKEN BALE KONDÜVİTLERİ
ASLI ÖNGÖREN BALE KONDÜVİTLERİ - IŞINSU YAPICI BALE KONDÜVİTLERİ
ZEYNEP BURCU ALTINEL SUFLÖZLER - PINAR YÜKSEL SUFLÖZLER


Ankara Congresium' un dev sahnesinde izleme şansı yakaladığım Troya muhteşemdi. Salonun yaklaşık 3100 kişilik olduğunu ve gösteriyi sahneden çok uzak bir noktada izlemek durumunda kalırsanız, sahneye yansıtılan opera sözlerini okumakta sorun yaşayabileceğinizi söylemek istiyorum. Ve tabi sanatçıların yüz ve mimiklerini yakalama şansınız da olmuyor. Ancak sahneyi tam olarak görebiliyor ve koreografiye hakim olabiliyorsunuz, çünkü bazı sahnelerde 250 civarında sanatçı aynı anda sahnede yer alıyor. Ve zamanlama açısından da trafik, otopark, bilet alma, yer bulma vb durumları göz önünde bulundurmakta fayda olacağını söyleyebilirim. 

Suç ve Ceza

$
0
0
SUÇ VE CEZA | ANKARA DT
2 perde | 2 saat 35 dakika
Yazan : FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ |
Çeviren : BERTAN ONARAN Oyunlaştıran : GASTON BATY  
Rejisör : PROF. M. BOZKURT KURUÇ
KONU: 
“Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, koşullara bağlıdır. Her şeyi belirleyen ortamdır, insansa bir hiçtir.” Dostoyevski
Bir yanıyla özverili, idealist bir genç olarak görünen hukuk öğrencisi Raskolnikov, karanlık doğasının onu sürüklediği kanlı bir eylem hazırlığındadır. Yaşlı tefeci Alyona İvanovna’yı öldürmeyi planlayan Raskolnikov, eyleminin karanlık biçimini içsel olarak reddetmekte ve düşüncelerinde eylemini meşrulaştırmaktadır. Raskolnikov, kendini bozuk bir devlet sistemi ile yönetilen fakir Rusya’da, kadınların vücutlarını pazarladığı bir yaşam alanında, açlığın kol gezdiği sokaklarda, sürüden farklı görmektedir. Kanlı eylemi ile çarpık ve yoz sisteme karşı büyük bir savaş açacağını düşünmektedir.
Raskolnikov, kanlı eylemi ile kendini bir nevi “kahraman” diye olumlamakta ancak büyük bir yanılgının içine hızla düşmektedir. Raskolnikov aslında insan vicdanına karşı gelen bir “köle”dir. Sonuçta vicdanına yenilen Raskolnikov, Dostoyevski’nin eşsiz olay örgüsünde gerçeği er ya da geç görecektir.
OYUNCULAR:
RASKOLNİKOV:BUĞRA KOÇTEPE - PORFİR:NİHAT HAKAN GÜNEY - RAZUMİKİN:ORHAN ÖZYİĞİT - DARYA PAVLONA:FERAHNUR BARUT - MARMELADOV:TUNCER YIĞCI - LUJİN:ÜMİT HASRET ASLAN - BAYAN  - İPPEWECHSEL:NİLGÜN ÇORAĞAN ÇİLİNGİROĞLU - İHTİYAR:ENGİN ÖZSAYIN - NİKOLA:ESAT TANRIVERDİ - KOH:ÖZGÜR ÖZTÜRK - BAYAN RASKOLNİKOV:GÖNÜL ORBEY - İLYA PETROVİÇ:CAN ÖZTOPÇU - KATERİNA:BUKET İNGER - ARABACI:ERKAN ALPAGO - PATRON:GÜVEN BESİMOĞLU - SONYA:BAŞAK VURAL - DUNYA:CEREN SARAÇOĞLU -  DİMİTRİ:ARSAL MAZMANOĞLU - POLYA:MÜJGAN AKSOY - LUŞENKA:ESİN ERCAN - DUKLİDA:BEGÜM SARP - PESTRİAKOV:TAYGUN SUNGAR - NASTASYA:EKİN YEŞER - KÂTİP:ALİ KARACA - MAŞA:YEŞİMGÜL ALAYDIN - DAŞENKA:YASEMİN ASLAN GÜRZ - ALYONA:ORİDA YILDIRAN - POLOVOY:SELİM ÖZTÜRK - KAPICI:CEYHUN BECERİKLİ - SİYAHLI KADIN:SENEM TOPKAYA - BİR ADAM:DİLER ÖZTÜRK - JANDARMA:ATİLLA KILIÇ - BİR KADIN:DUYGU YILDIZ YAVUZ
Dün akşam tadilattan çıkan Büyük Tiyatro' da izleme şansı buldum Suç ve Ceza' yı. Büyük Tiyatro, Opera Sahnesi, Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu tarihi dokuları nedeni ile Ankara' da en sevdiğim sahneler. Hep kapalı gişe devam eden ve bilet bulmakta zorluk yaşanan bir oyun olduğunu da eklemek istiyorum.
Suç ve Ceza kadro olarak tiyatroya çok emek vermiş değerli sanatçılardan oluşuyor. Rejisör Bozkurt Kuruç tiyatroya bir ömür vermiş çok değerli bir isim. Raskolnikov' u Yastık Adam' daki Michal performansından çok etkilendiğim Buğra Koçtepe oynuyor. Savcı Rolü ile Nihat Hakan Güney kesinlikle temsilin yıldızıydı diyebilirim. Raskolnikov' un yakın arkadaşı Razumikin' i ise Orhan Özyiğit canlandırıyor. Diğer oyuncular da pek çok oyunda yer almış deneyimli sanatçılar.
Suç ve Ceza' nın geniş özetlerini okusam da kitabını okumadım. Ancak oyunun; tiyatro uyarlamasının sadece tanıtım yazısına bakarak bile temsil ile ilgili oluşabilecek beklentinin oldukça altında kaldığını söyleyebilirim. Bir cinayet olumlaması, ahlak sorgulaması, suç ve cezanın farklı yorumlanışı ve iç çatışmalarla dolu bir kahraman beklerken yaşadığım bir hayal kırıklığı oldu. Raskolnikov' un hiç bir ruhsal değişimi izleyiciye geçemedi. Oyuncuların genel isteksizliğini hissetmek tiyatro izleyicisi için gerçekten çok üzücü. 
Temsil ikinci perdenin ikinci yarısından itibaren biraz daha dokunmaya başlıyor izleyiciye. Burada da en önemli faktörün savcı rolü ile Nihat Hakan Güney olduğunu düşünüyorum. Oyunculuğu diğerlerinin arasında o kadar parladı ki, duruşu, oturuşu, sesini kullanışı kesinlikle harikaydı. Bu bölümde Raskolnikov cinayetin ardından bir iç hesaplaşma yaşamaya başlıyor ve savcı ile sorgulama sırasındaki diyalogları temsilin en başarılı sahnesiydi bence. Raskolnikov bu sorgulamadan çok etkilenip neredeyse suçunu itiraf edecek noktaya geliyor.
Oyun kostüm ve dekor anlamında da hep çok karamsar hem de yetersizdi diye düşünüyorum. 
Bazen en güzel şeyler bir araya gelse de ortaya çıkan sonuç beklenen lezzeti vermez ya, öyle bir tat bıraktı Suç ve Ceza bende. Ancak her şeye rağmen Büyük Tiyatro' nun atmosferi, izlemekten keyif aldığım anlar ve tiyatronun oyuncular ve izleyici arasındaki muhteşem iletişimi bende memnuniyetle anımsanan bir tiyatro akşamı anısı bıraktı.
İyi ki tiyatro var...
Perde hiç inmesin :) 

Gidiş Dönüş(Retro)

$
0
0
GİDİŞ DÖNÜŞ (RETRO) | ANKARA DT
2 perde | 2 saat
Yazan : ALEXANDER GALİN | Çeviren : HALE KUNTAY | Yöneten : ALİ HÜROL
KONU:Yıllarca köyde yaşayıp, köy hayatına alışan kahramanımız Çmutin, Moskova'ya gelip kızı ve damadı ile yaşamaya başlayınca mutsuzluğa sürüklenir. Şehrin karmaşası, köydeki sakin ve huzurlu yaşamına özlemini arttırır.
Çmutin'in evden gitmesini isteyen damadı Leonid'in, eve üç tane gelin adayı getirmesiyle olaylar karışık bir hal alır. Bir kuş gibi özgürlüğe uçmak isteyen Çmutin yalnızlığa hazır mıdır?
OYUNCULAR:
NİKOLAY MİHAYLOVİÇ ÇMUTİN - ŞAHAP SAYILGAN / LUDMİLLA - FUNDA METE / LEONİD - CEM BALCI / NİNA İVANOVNA - SEDA OKSAL ELSAİD / ROSA ALEXANDROVNA - ALEV BUHARALI / DİANA VLADİMİROVNA - AYŞE YILDIZ AKINSAL

Küçük tiyatronun muhteşem akustik ve atmosferinde izlediğim Gidiş Dönüş(Retro) oyununa yüksek beklentilerle gitmediğimi söylemeliyim en başta. Konu biraz tereddüt yaşamama neden olsa da +8 olması nedeni ile bu sene benimle birlikte bir kaç oyun gören Eren ve Elif ile birlikte izlemek istedim. Ve bu karardan pişmanlık yaşamadığımı, oyunun onlar tarafından da beğeni kazandığını belirtmeliyim :)
Konu tanıtım bülteninden fazlası değil. Yani metinde bir derinlik, bakış açısı, açılım, sorgulama yok. Belki biraz emeklilik dönemine yaklaşan, ileri yaşlardaki yaşantısı ile ilgili bazı endişeler taşıyan yaş grubuna daha fazla hitap edebilecek bir metin. Hatta ataerkil aile düzenine yakın duruşu, evliliği bir alışverişe yaklaştıran diyalogları ile eleştirilebilecek pek çok yan da bulunabilir. Tür olarak komediye yakın bir tür olduğunu söyleyebilirim. Kahkahalar attırmasa da tebessümle izlenebilecek düzeyde bir espri kalitesine sahip olduğunu düşünüyorum. 
Dekor, kostüm, ses, ışık, müzik ve diğer unsurlar olarak olumsuz bir şey bulamadığımı belirtmeliyim kesinlikle. Sahne geçişleri, zamanlama, dramatik örgünün yansıtılışı, çatışmaların yerli yerinde kararınca verilmesini başarılı buldum, reji anlamında güçlü bir alkışı hak ettiğini düşünüyorum temsilin.
Ve oyunculuklara gelirsek; oyuncuların profesyonelliğinin getirdiği keyfi izleyici olarak sonuna kadar yaşadığımı söylemek isterim. Oyuncuların ayrı ayrı gösterdikleri performansın çok başarılı olmasının yanı sıra birlikte oluşturdukları sinerji ve tablo da çok lezzetliydi benim için. Alev Buharalı' nın Rosa karakteri ile oldukça sempati topladığını düşünüyorum izleyiciden:)
Şahap Sayılgan'ı Ferhunde Hanımlar dizisinde damat Bülent olarak hatırlıyoruz. Nikolay Mihayloviç Çmutin performansı ile de kesinlikle başarılı ve akılda kalıcıydı, sahnede yer aldığı tüm anlarda enerjisini izleyiciye geçirdi, kendisini tebrik ediyorum.
Ankara tiyatro izleyicisi oyunu ayakta alkışlamasa da, ilginin ilk andan son ana kadar hep ayakta kaldığı, pek çok yerde gülme seslerinin duyulduğu, keyifle izlenecek, tebessümle anımsanacak oldukça başarılı bir oyun izledim bugün.
Tüm oyunculara ayrı ayrı alkışlarımı sunarken, renkli ve eğlenceli bulduğum bu temsili 'tavsiye edebileceğim oyunlar' kategorisine yazıyorum :)

Hep Yanındayım

$
0
0
''Abla gel gel, başladı.'' dedi. Bir tası evin zeminine, kulağını da tasa dayamıştı. ''Aman ne önemli, ne önemli.'' dedim, suratıma tuhaf tuhaf bakmasına aldırmadan umursamaz bir havayla. O dinlemeye devam etti, ben masanın başına oturdum somurtarak. Akşamları alt komşumuz Nadya Teyze' nin oğlu Ömer Abi' nin çalıp söylediği canlı performanslar ile ne hülyalara dalmış ne hayaller kurmuştum oysaki. İlk canlı gitar dinletisi deneyimimi Ömer Abi' nin Avrupai sesi ve akustik gitarı ile bastığı akorlarda yaşamıştım. Nadya Teyze Alman' dı. Bir Türk ile evlenmiş daha sonra boşanmış ancak ülkesine dönmek yerine oğluyla Türkiye' de yaşamayı seçmişti. Ömer Abi kumral saçları, renkli gözleri ve düzgün fiziği ile mahalledeki tüm genç kızların hedefindeydi. Normalde şu an benim kulağımın da bir tasa dayalı olması gerekirdi ancak o gün aksiliğim üzerimdeydi. Okuldan geldiğimde çekmecemde sakladığım gizli mektubu bulamamıştım ve bu işin sorumlusu da muhtemelen şu an gözleri kapalı şarkı dinleyen Nazlı' dan başkası değildi. Ve kuşkusuz bu davranışının sebebi, geçen Salı okulu astığını annemlere söylemekle tehdit ettiğim için alması gerektiğini düşündüğü bir tedbirdi. Elimizde sayısız kozlar, şahitler, dosyalar, bilgiler ve arşivler ile adeta satranç oynuyorduk kardeşimle. Örneğin sigara içtiğimi annemlere söylememesi karşılığında, karnesindeki devamsızlıkları çamaşır suyuyla kazıyıp sildiğini saklamıştım ben de ve Alişan ile çıktığımı söylememesi için, altın zincirini satıp arkadaşlarıyla harcadığını.
Nazlı benden iki yaş küçüktü ve aramızdaki iletişim dışarıdan her ne kadar kedi köpek gibi görünse de aslında dengeli ve derindi. Çoğu zaman birbirimizi anlıyor ve koruyorduk. Özellikle de annemle babamın kavga ettiği kabus anlarında. Batmak üzere olan bir gemideki iki miço gibiydik ve gemi giderek su ile doluyordu. Kaptan gemiyi terk etmek üzere, yardımcı kaptan ise çaresizlikten delirmek üzereydi. Biz zavallı miçolar ise ne yapacağımızı bilmez halde ellerimizde kovalar, dışarıya su atmak gibi nafile bir çaba içerisindeydik.

Öğlen okuldan döndüğümüz vakitler genellikle annem ve üç numarada oturan Sebahat Teyze' nin kahve saatine denk gelirdi. Annem, babamla ilgili kendisini üzen ne varsa O' na anlatırdı. Sebahat Teyze apartmanda herkesin akıl danıştığı, bilgili, kültürlü, çalışmış, emekli olmuş hala hayır cemiyetlerinde faydalı olmaya çalışan, herkesin derdine derman olan çok yardımsever, çok iyi bir insandı. Yine de anneme telkinleri hep; 'sabır yavrum, çocuklarının yüzü suyu hürmetine, dayan kızım, geçer, hepimiz yaşadık o zor günleri, çocuklarına sarıl, onlarla ilgilen biraz', şeklinde olurdu. Bunları duymak annemi değilse de Nazlı ve beni çok rahatlatırdı.

Nazlı' yla birbirimize çok benziyorduk, hem fiziksel olarak hem de karakter olarak. Derslerdeki başarımız, ilgi alanlarımız, sevdiğimiz yemekler, nefret ettiğimiz dersler hep ortaktı. Tek kişi gibiydik. O mu daha çok bana yaklaşmaya çalışırdı, ben mi O' na benzemeye çabalardım ya da birbirimize doğru attığımız adımlar eşit miydi, hiç bilemedim. Hatta geçen yıllar içerisinde neredeyse hiç konuşmadan birbirimizi anlayabilecek kadar yakınlaşmıştık. Leb demeden leblebiyi anlıyorduk hep. Aramızda şöyle diyaloglar sıklıkla geçerdi. ''Nazlııııı.. - Tamam abla kıstıımmm.'', ''Ablaaa... -Mayonezli mi olsun?'', ''Hani bir şarkı vardı ya, kadın terk edip gitmiş... -Tanju Okan 'Hasret' mi?''

İkimiz de lisedeydik, hayat önümüzde keşfedilmeyi bekleyen uçsuz bucaksız bir ormandı. Bizler ise ormandaki her şeyi görüp öğrenmek ve her şeye dokunmak isteyen, kendini avcı zanneden birer meraklı kaşiftik. Sınıf birincisi olmasak da derslerimiz iyiydi, başarılıydık. Hem dersleri hem hayatı yönetebilecek kadar zekiydik. Birbirimizi çok iyi tanıdığımız için en çok neyden incineceğimizi çok iyi bilirdik ve bu yüzden kavgalarımız da çok kıyasıya ve acımasız olurdu. En nihayetinde tehditlerimiz ''babama anlatırım'' a varır ve o andan sonra Pandora' nın Kutusu açılırdı.

Babam Nazlı ve bana karşı oldukça anlayışlı ve sevecen olmuştu hep. Her yaz gittiğimiz Orman Bakanlığı kamplarında bizimle tavla, satranç oynar, bazen dördümüz okey oynarız ama okeyde ben hep Nazlı' yla olurum bir dördüncü ararız. En derine dalma ve yüzme yarışında bir ben, bir Nazlı galip gelir, babam hakem olur, annem kıyıdan bağırır: ''Çok derine gitmeyiiin, korkuyorum.'' Annem hep korkar.
Ömer Abi' ye mahalledeki tüm kızlar hayran ama ben değilim. Çünkü O' nu Şişman Pastanesi' nde gördüm. Şişman Pastanesi' nin arka masaları, hayatı keşfetmek için okulu asan liseli çiftler ile kimseye görünmek istemeyen ve gidecek yeri olmayan yasak aşıklara rezervedir. Bunu herkes bilir. O sabah Ömer Abi' yi, Defne Kırtasiye' nin oğlu Suat ile aynı masada görünce Alişan ile pastaneye girmekten hemen vazgeçtim tabi ama gördüğüm şeye emin olmak için de pastaneden çıkıp, tekrar geri döndüm. Ve hiç kimsenin görmediğini, hiç kimsenin bilmediğini öğrenmiş oldum. Tabii ki bunu Nazlı' ya söyledim. Bu büyük sırrı ona verdim; bir gece evden çıkmama ve fark edilmeden eve geri girmeme yardımcı olması karşılığında. 

Babam, sık sık seyahate çıkıyor; annem, ben, Nazlı kalıyoruz evde. Annem bizimle konuşmuyor genellikle Sebahat Teyze' yle beraber. Sebahat Teyze bizi ondan daha çok önemsiyor gibi. Anneme hadi çocuklarla pide yemeye gidelim diyor ya da sinemaya yeni film gelmiş hadi ona gidelim diyor. Annem hep yorgun, hasta; hep şikayetçi babamdan ve hayattan, hep bir yerleri ağrıyor. Böyle günler, Nazlı' yla en çok birbirimize yaklaştığımız günler.

Yine öyle bir gün, odamızda sıkılıyoruz. ''Nazlı'' diyorum; ''Doğruluk mu, cesaret mi?''''-Cesaret tabii'' diyor. ''Balkon demirlerinin arka tarafına geçeceksin o zaman.'' diyorum. Karşılığında hemen gidip bakkaldan ''Vienetta'' alacağım, diyorum. ''Tamam'' diyor, gülümseyerek. Nazlı balkon demirlerinin arkasında, annem geliyor. Gözleri fal taşı gibi açılmış: ''Sedaaa, buraya gel, komşular yetişiin, Sedaaaaa içeri gel kızım.''''Anne, diyorum ben buradayım zaten, dışarıdaki Nazlı, ben değilim, ben buradayım.'' Nadya Teyze ve Ömer Abi çarşaf bir şeyle uğraşıyorlar Nazlı aşağıya düşerse diye. Sebahat Teyze geliyor eve, ''Ah kızım Sedaa, gel yanımıza, düşeceksin yavrum, bak düzelecek her şey.'' diyor, ''Sebahat Teyze ben buradayım, dışarıdaki Nazlı.'' diyorum. Kimse duymuyor beni, kimse görmüyor. Herkes Nazlı' yla meşgul.

Nasıl oluyorsa Ömer Abi' yle Suat, yakalıyorlar Nazlı' yı, içeri çekiyorlar. Anne diyorum, bu kadar tantanaya ne gerek var, gidip bir 'vienetta' alacağım, içeri gelir Nazlı. Herkes Nazlı' ya benim adımla sesleniyor; ''Sedaa, Seda, iyi misin kızım?'' Nazlı hafif bir baygınlık ve buhran içerisinde gibi. Babam geliyor odaya. ''Ya anne'' diyorum, ''Oyun oynuyorduk biz, babamı neden çağırdınız, işinden gücünden, toplantısı vardır onun.'' Kimse ama kimse beni görmüyor. Nazlı kendine gelir gibi olurken, sayıklıyor, ''Sedaa, aldın mı pastayı, sözünü tuttun mu?''''Evet, diyorum evet hemen alıyorum Nazlı' cım sen dinlen bir tanem, canım kardeşim benim.'' Kimse beni duymuyor. ''Seda sensin diyorlar, sensin diyorlar Nazlı' ya.'' 
O gece, odamızdayız Nazlı ve ben. ''Nasıl bir şeye bulaştık böyle'' diye soruyor Nazlı. ''İnanabiliyor musun abla, diyor, benim var olmadığımı düşünüyorlar, hem de hepsi.''''Film gibi...'' diyorum. ''Ne yapacağız peki?'' diyor, çok endişeli. Tam cevaplayacağım, babam giriyor odaya, Nazlı' ya yöneliyor. ''Seda' cığım, diyor, biliyorum kafan karışık, biliyorum çok yanında olamadım son zamanlarda, ama bil ki tatlım sen benim için hep ilk sıradasın, bundan sonrası çok farklı olacak göreceksin, yaşa ve gör, şimdilik iyi geceler'' diyor ve çıkıyor. Biraz sessizlik... Sonrasında ''Nazlı, diyorum; Senin var olduğunu ben biliyorum, yetmez mi?''''Yeter'', diyor, ''Sen bil, bana yeter...''

Annem ve babam birer cephe arkadaşı oldular. Birbirlerine nasıl sarıldılar, kader birlikteliği içerisinde, nasıl bağlandılar birbirlerine, inanamıyorum. Beni Nazlı diye birinin olmadığına iyice ikna etmek için gösterdikleri çaba olağanüstü. Tek kızlarının ben olduğuna ve Nazlı' nın olmadığına o kadar inanmışlardı ki, onlar ve herkes. Tabii ki biz de bu oyunu bozmuyoruz, çünkü görüyoruz ki annem ve babam hiç olmadıkları kadar inançlı, bir arada ve mutlular. Peki dedim, Nazlı yok. Sizin tek kızınızım ben. Aslında epeyce de işime geldi bu durum, onca sır, dosya, şahit, tehdit hepsinden tek kalemde kurtulmuştum. ''Değil mi'', dedim: ''Nazlı' ya gülümseyerek'' Göz kırptı, ''Abla dedi, Sen ne dediğinin farkında mısın acaba? Onlar yok bilsinler, dokunma, boş ver. Ama sen ayağını denk al, ben yanındayım daima...'' 


Not: Kurgu tamamen hayal ürünü olup, gerçek hayatımla ilgisi bulunmamaktadır.

İllüstirasyonlar Nicoletta Ceccoli' ye aittir.
Viewing all 432 articles
Browse latest View live