geçmişe yolculuklar neden hep insan kendisiyle uzun süre yalnız kalınca başlar? isimler, yüzler, anılar, keşkeler insanın başına üşüşür... her gün biraz daha derinlere, yıllarca kapalı kalmış üzeri tozlu anılara yol aldıkça bir kaç ışık huzmesi unutulmaya yüz tutmuş yerleri aydınlatır. bazen gördüklerimiz bizi gülümsetir, bazen hüzünlendirir...
elif doğduğunda ve ben uzun süre evde konuşamayan beni anlamayan bir bebekle yalnız kaldığımda geçmişi düşünmeye başladım... üniversite arkadaşlarım ilk duraktı, tek tek hepsini düşünüyordum, yaşarken durup düşünecek vaktim olmayan detayları sınıflandırarak, bir nevi arşiv çalışması yapıyordum. sonra daha ileriye lise yıllarıma uzandım, tanrım o çocuk ben olamazdım ve umarım elif benim gibi olmazdı... derslerim fena sayılmazdı ama dershane ve okul, sosyal hayatıma açılan kapının sadece anahtarlarıydı...
eren doğup da bebekli hayatın "alt temizle, emzir, gaz çıkar, uyut"tan oluşan rutini başladığında ise sessiz çocukluğumun ürkek anılarına yani en derinlerine kırdım dümeni; "çocukluk günlerim ve ailem"...
beni en çok yaralayanlar, en savunmasız hissettirenler, en yoğun duyguları yaşatanlar, en büyük kırgınlıklarım, en büyük pişmanlıklarım, pansumanla iyileştirmeye, yara bandıyla kapatmaya çalıştıklarım hep bu günlere aitti... çocuk olmak çabuk kanmak, savunmasız olmak, kaderine razı olmak, çare bulamamaktı... örselenen ruhumu rahatlatmak için bulduğum savunma mekanizmaları, yetişkin hayatımda karakterim olacaktı: sessiz, uyumlu, ılımlı, kalabalıklar içinde kaybolup yitmeye, mümkün olduğunca fark edilmemeye çalışan ben....
geçmişi düşünmek kaçınılmaz olarak, kaderin her birimize çizdiği rollerin şekillenmeye başladığı döneme, çocukluğa götürüyor insanı... beni tekrar çocukluğumla buluşturan, satır aralarında kendimi bulduğum sevgili ayşe' nin kozasına teşekkür ediyorum...
illüstrasyon:amanda cass