Gittiğinde ilkbahardı. Ankara' da çağla ağaçları ilk beyaz çiçeklerini göstermeye başlamıştı. Çok kısa sürede patlamış mısır gibi tüm ağaçlar beyaz, pembe çiçeklerle dolacaktı. Mor leylaklara vardı daha, en az üç hafta sonra sıra gelecekti onlara. Caddeler henüz mont hafifliğine geçmemiş, ağır kabanların altındaydı. Çevrede yalancı güneşlere aldanıp, şifayı kapanların hastalık mevsimi tanıları uçuşuyordu. Oysa benim için, en tehlikeli hastalıkların bedende değil, zihinde olduğunu öğreneli çok olmuştu. Nisan, Mayıs törenlerinin ardından, son karneler piyasaya çıktı.
Yokluğun beni yok etmeye başladığında yazdı. Okullar kapanıp, şehir boşalmaya yüz tuttuğunda içimin de boşaldığını hissetmeye başlamıştım. Ankara esnafı dükkanların önüne masaları, sandalyeleri koyup, zar atmaya başladığında ise içimde kan pompalamak için atma hevesini giderek kaybeden bir kalp ile dolaşıyordum. Yaz gecelerini bira ile şenlendirip, kokoreç ile sonlandıran gençlere boğazımda bir türlü yutamadığım kocaman bir yumru ile bakıyordum. Boğazım acıyor acıyor ama bir türlü o yutamama hissi geçmiyordu. Koca bir yaz hiçlikle dopdolu tükeniyordu. Sadece birlikte yürüdüğümüz sokakları amaçsızca adımlıyor, yutkunmaya çalışıyordum. Sararan ilk yaprak kalbime düştü.
Diple buluşmam sonbaharda oldu. Okullar açılıyordu. Ancak bırak okulu tuvalete gidecek kadar bile isteğim yoktu. Eli silahlı duygularım durmadan bana ateş ediyordu. Gözlerimi bir hastane odasında açtım. Dip akıntıları çok güçlüydü. Ama kapılıp gitmeyim diye beni sıkı sıkıya antidepresanlı halatlara bağladılar. Dönüp kendimi yeniden inşa etmem için de şiir verdiler bana. Şiir varsa, hayat vardı. Ruhumu Ankara' nın sarı yapraklarını çıtırdatarak şiir ile tedavi etmeye çalıştım. ''Üşüyor musun? Üzülme be! Gel yanıma. O kadar yaktın ki canımı. Isınırsın. Üşümezsin bir daha'' diyordu Cemal Süreya. ''Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal'' diye cevaplıyordu Özdemir Asaf. ''Seni anlatabilsem seni. Yokluğun, cehennemin öbür adıdır. Üşüyorum, kapama gözlerini'' diye Ahmed Arif çıkıveriyodu ortaya. ''Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. O olmazsa yaşayamam, demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü'' diye noktayı koyuyordu Can Yücel... İlk kar alnıma düştü.
Döndüğünde kıştı. Hayatımda bıraktığın boşluk yoğun kar yağışı ile dolmaya başlamıştı. Enkazım kar altında kalmış, şiirsel bembeyaz bir düzlük olmuştum. Kentsel dönüşümde yerle bir olan bedenim yeni bir yatırıma dönüşüyordu. Saçlarımı kestirip, ışıltılar kattırmış, topukluların en yükseğine çıkmış, zayıflamış, pırıltılar içerisinde okulun girişinde öğrencilerime kavuşmak üzereydim. Kalbim sonunda yeniden heyecanla atmaya başlamıştı. Oradaydın. Vakur, mağrur, acımasız bir bozguncu. Hayatıma düşen bir göktaşı. Dönüşün buzdan kristalleşen karları savuran sert bir rüzgarın beyazlığında flulaştı ve yok oldu. Okul kapısından içeri girdiğimde mevsimlerden mutluluktu.